Şakir Diclehan yazdı: Asırlık Rüyamız Gerçekleşiyor: Hattat Hamid Aytaç Yazı Okulu ve Müzesi - II

Yazıdaki yeteneği ve güçlü eli sayesinde kısa zamanda bu sanatta gelişim gösterince, 1908 yılında Haseki’deki Gülşen-i Ma’ârif Mektebi’nin resim...

Yazıdaki yeteneği ve güçlü eli sayesinde kısa zamanda bu sanatta gelişim gösterince, 1908 yılında Haseki’deki Gülşen-i Ma’ârif Mektebi’nin resim ve yazı hocalığına tayin edilir. 1909’da açılan bir yarışma ile Rüsûmât Matbaası Müdürlüğü’ne (Gümrük Matbaası) geçse de, Sanâyi-i Nefîse, onun devamına engel olduğundan bir müddet sonra buradan ayrılarak Mekteb-i Harbiyye Matbaası’nın hattatlığını yapmaya başlar. Hacı Nazîf Bey’in vefatı üzerine ise, Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye’nin (Genel Kurmay Başkanlığı) ser-hattatlığına tayin edilir. Birinci Cihan savaşı yıllarında Almanya’ya gönderilen ve o zamanki adıyla Şeyh Musa Azmi olan hattatımız, orada haritacılık ihtisasını yapar.

Döndüğünde memurluk aylıkları düşük olduğundan Cağaloğlu’nda Hattat Hamid Yazı Yurdu’nu açarak daha önce kullandığı “Azmi” takma adını bırakarak artık “Hamid” takma adıyla yazılarını piyasaya sunmaya başlar. Bir müddet sonra da resmi görevinden tamamen ayrılır. 1928 yılında kitap, kültür ve yazı alanında bir deprem meydana gelir ve Harf devrimi, hattatların kalemlerini ellerinden alıverir. Daha uygun bir deyimle hattatların, kalemlerini kullanacakları bir yer kalmamıştır artık Cumhuriyet Türkiye’sinde… Kimisi ticaret, kimisi ziraat ve kimisi de memuriyete dönmeyi yeğlemiş ve hattatlık mesleği can çekişmeye başlamıştır.

Hattat Hamid Bey, on dört asır önce İslam’ın dördüncü Halifesi Hazret-i Ali’nin eliyle çekilmiş kamış kalemi kınına sokmaya gönlü razı olmaz ve bu vadide ender sanatçılardan biri olarak kalmayı başarır. Son nefesine kadar da yazar, çizer ve yüzlerce öğrenci yetiştirir ve kalemi elinden bırakmaz hiçbir zaman... Talebelerinden birine: “Yavrum, Cenab-ı Hakk bu dünyaya beni vazifeli olarak gönderdi…” Bu sözler, "artık bitti" denilen bir zamanda, hat sanatını tek başına yok olmaktan kurtaran, dünyaca meşhur sanatçımız Hamid Aytaç’a ait…

Eğer 1930’lu yıllarda Hamid Bey, bir kenara çekilmiş olsaydı şimdi bu sanat ne Türkiye’de ve ne de dünyada olmayacaktı. Evlilikleri: Evlilik, büyük insanlar için oldukça düşündürücü ve zihni meşğul eden bir konudur. Örneğin son çağda Seyit Kutup, Bediüzzaman Said Nursi ve Sezai Karakoç, hiç evlenmemişlerdir.  Hamid’in başından iki evlilik geçer. Tarihi kesin olarak tespit edilmese de birinci evliliği 1911 yılı dolayında Fatma Gülter Hanım’la gerçekleşir. Fakat bu evlilik pek uzun sürmez. Ve ayrılmak zorunda kalır. Rezzan Aytaç adında bir kızı dünyaya gelir onların bu evliliklerinden... Bu Hanımefendi’nin, Hamit Aytaç’ın vefatında cenazesine geldiğini ve sonradan ortadan kaybolduğunu söylüyorlar Hamid’in talebeleri. Onun ölümünden On iki yıl sonra da vefat eder.

Ünlü edebiyatçıların ve bazı büyük insanların evliliklerinin pek sürmediği bir realite olarak karşımız çıkmaktadır. Tahirü’l- Mevli’nin (1877-1951) evlilik konusunda yazdığı bir dörtlüğünü, Hamid Aytaç’ın kendi el yazısıyla yazdığını onun öğrencilerinden Edebiyat Fakültesinden değerli okul arkadaşım  İsmail Yazıcı naklediyor:

“Evlenen bahra düşer, evlad, olsa ğark olur

Sen kenar-i bahri tut, evlenme, sultanlık budur

Tut ki evlendin kazayla sabredip artık otur

Bir bela başındadır, söylenme insanlık budur “

İkinci evliliği: 1915 yılında açılan “Medresetü’l-Hattatin” (Hattatlar Okulu) müdürü Arif Hikmet Bey’in vefâtı ile eşi Âdile Hanım’a intikal eden matbaayı devralarak, ortak olarak işletmeye başlayan Hâmid Aytaç, daha sonra onunla evlenerek iş ortaklığını hayat ortaklığına çevirir. Ancak evliliğinin yürümemesi ve 1960 yılında bu hanımdan boşanması üzerine matbaayı kapatmak zorunda kalır.  Paşabahçe Cam Fabrikası için cam süslemeleri için yazılar yazar ve 1975 yılında buradan emekli olur.

Boşanma olayından sonra hayata küserek, Reşîd Efendi Hanı’nda mütevazi bir odaya yerleşip kendini, yegâne aşkı olan yazıya verir ve son demlerine kadar aralıksız yazılar yazmaktan geri kalmaz. Hastalıklar içinde ömrünün son zamanlarını geçirmek zorunda kalan bu büyük sanatkâr, 18 Mayıs 1982 tarihinde vefat eder. Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilen naaşı daha sonra Şeyh Hamdullah’ın ayakucuna nakledilir.

1916’ya kadar yazılarında “Şeyh Mûsâ Azmî”, “Mûsâ Azmî” veya sadece “Azmî”, bu tarihten sonra ise, Diyarbekirli oluşuna telmihen “Hâmidü’l-Âmidî” veya “Hamid-i Amidi” ya da yalnız “Hâmid” imzasını kullanır ve daha çok bununla tanınır ve ünlenir. Yetmiş beş yıllık sanat hayatının en parlak devresi 1920-1965 yılları arasına rastlar. Bu sürede ve sonrasında sayısız eser veren ve hayatını hattatlıkla kazanarak geçinen Hamit Aytaç’a, Hat sanatı ve kültürüne üççeyrek asra varan hizmeti ve katkıları sebebiyle İstanbul’da 1982 yılında Aydınlar Ocağı Bilim ve Sanat Kurulu tarafından “Üstün Hizmet Armağanı” verilir. (Devam Edecek)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri