25 Mayıs 1983 yılında Ebedi âleme göç eden Necip Fazıl Kısakürek’in ardından, çok yakınında bulunan Sezai Karakoç, “Göklerin Çektiği Kartal” başlığı altında ve düz yazıyla kaleme aldığı- mersiyede- şunları söylemişti: “…düşünce ve edebiyat hayatımızın dinmez ve sinmez kalemi, yerinden oynamaz üslubuyla kendini edebiyat tarihine hakkeden (kazıyan) kalem, ÜstadNecip Fazıl, aramızdan sıyrılıp, adeta bir kuş gibi uçup gitti.
Fanilik arkadadır artık.
Dev sulara karşı bir ömür boyu gerilmiş kollar düştü.
Ve yüz yılımıza şeref olan şiir saati durdu.
Ve doğru, iyi ve güzel için yükselen ses sustu.
Yankıları, çağların ufkunda çınlayacak.
İslam’ın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas, gevşedi.”
Necip Fazıl’ın sevenleri ve dostları kadar, sevmeyenleri de vardır ve olacaktır da… Oysaki Necip Fazıl, en ağır şartlar altında, kimsenin dokunmaya cesaret edemediği tabuları yıkmak için elinden geleni yapmıştı. Ve bunları bir gösteriş olsun diye de yapmamıştı hiçbir zaman. Oysaki onun bazı alanlarda gösterişi sevdiği bilinmektedir. Üstad için, sorgulanması yasak bölge yoktu ve hiçbir zaman da olmadı. Bu, hem insanları korkuttu, hem de ona pahalıya mal oldu. Osmanlı Hanedanı, neden ve nasıl tasfiye edildi? Hilafet neden kaldırıldı? Dinî eğitim kurumları neden kapatıldı? Tanzimat sonrası ortaya çıkan ve aydın geçinenlerin, yıkımı gerçekleştirmelerini ve ortalığa salıverilmelerini kim sağladı?
Kemal Tahir: “Müslüman halifesi, kapı dışarı edildi, Gâvurun Patrikhanesi duruyor” dermiş sohbetlerinde. Yahya Kemal Beyatlı da: “İstanbul’un işgali yıllarında, her gün Ayasofya’nın minarelerinde 5 vakit ezan okunurdu. Biz susturduk” derdi arkadaş çevrelerinde. Fakat bu düşünceler, hiçbir zaman yazıya dökülmedi, dost sohbetlerinde kaldı hep. Ancak Necip Fazıl’dır ki, “Agora” denilen cemiyet meydanına çıkarak, avazının çıktığı kadar bağırdı, büyük problemleri yazıya dökerek topluma karşı görevini yaptı ve haykırmaktan hiçbir zaman geri kalmadı…
Allah demenin bile yasak olduğu tek parti döneminde, bir fidan dikti toprağa… Onun gelişip serpilip bir ağaç, hatta bir çınar olmasını istiyordu… Hava kuraktı, toprak çölleşmişti, fırtınalar handiyse fidanı kıracak ve kökünden söküp fırlatacak kadar sert esiyor, kışın, her yer buz tutmuş, sık sık don olayı yaşanıyordu. Ancak o ne yaptı? Umutsuzluğa düşüp diktiği filizi ölüme terk etmedi. Kendi ifadesiyle: “ Hohlata hohlaya buz dağlarını eritti… Fakat bu defa da bataklık oluştu…”
İslam ülkelerinde Prensler, sultanlar, krallar, hanlar, şahlar, başkanlar, devrimler, sosyalizm, komünizm, kapitalizm, liberalizm, petrol şirketleri, ortaklıklar, yüz bir türlü rejim, yönetim, inanç, düşünce, her kafadan çıkan bir ses ve genellikle çıkarlara esaret…
Oysa İslam ülkelerinde ve özellikle Ortadoğu coğrafyasında, gür bulaktan alınan bir avuç temiz su gibi, her yerde ve hiç olmazsa genel çizgilerde ve temel konularda aynı olması gerekirdi…
Kördüğümü çözmek için ortaya atılarak İskenderlik taslayanlar, işi bir kılıç darbesiyle çözebileceğini sananlar, efsane ile hakikat arasındaki farkı bilemeyecek kadar olanlar, aslında Donkişot ruhlu kişilerdi… Onlar, hep ön safa çıktılar. Ama Donkişot ironisinden ve esprisinden de yoksun olarak…
Uygulayıcısız düşünürler ve düşünürsüz eylem adamları geldikçe, kördüğüm olduğu gibi kalacaktı… İşte böyle bir ortamda, Ömür boyu zindanları ve baskıyı göze alarak iki kahraman ortaya atıldı. Biri, İnanç temelinde eserler kaleme aldı ve Müslümanları uyarma görevini üstlendi. İkincisi ise, edebiyat ve sanatın yardımıyla yol almaya çalıştı.
Bediüzzaman Said Nursi, elindeki meş'aleyi parlatıp yükseltti, ya da hiç olmazsa, rüzgârdan sönmemesi için çırpınıp durdu ve büyük çaba harcadı. Fakat vefatından sonradan gelen talebeleri ve cemaat ise, ağzına kadar politikaya bulaştılar ve Onun elinde tuttuğu o güçlü meş'alenin sönmeden geleceğe devretmesini başaramadılar. Amip gibi üreyerek kendi dar dünyalarına hapsolup kaldılar.
Necip Fazıl’a gelince, onunla beraber yola çıkanlar, 1978 yılında isyan bayrağını çekerek bir siyasi partinin saflarında yer almak suretiyle bu bayrağı siyaset burcuna dikmek için yollarına devam ettiler ve sonunda eridiler.
Ülkede, bir İskender gelsin, bir kılıç vursun ve durumu düzeltsin beklentisi içine giren toplum, bir kadronun oluştuğunu sandı. Ancak belli alanlarda hem deneyimli, hem donanımlı ve hem de bilgiyle yetişmedikleri için, formasyonları da buna uygun olmadığından dava hep yerde kaldı. Zihniyet değişmediği müddetçe de bu dava hor ve öksüz kalmaya mahkûm olacaktır. hiç bir zaman da İskender gelmeyecektir…
Ne yapsın Necip Fazıl! Kendisi, görevini yapmış ve gönül rahatlığıyla dememiş miydi:
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa bırak utansın!
Ey bin bir tanede solmayan tek renk;
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın!”