Necip Fazıl, Dülkadiroğullarına bağlı “Kıskürek”ler koluna mensup, tarihte bilginler ve ünlü kişiler yetiştiren bir sülaleden gelmektedir. Kendisinin özel evrakları arasında bulunan bir şeceredeki kayıtlı bilgilere göre, babadan oğula bir silsile halinde, nesebinin kök isimleri çok açık şekilde yazılmıştır.
Bu şecereye göre, Alâüddevle devrinin Şeyhülislâmı Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan ve Osmanoğullarından daha eski bir aile olan Dülkadiroğullarına bağlı "Kısakürekler" soyuna mensuptur.
Mevlana Bektut Hazretleri ki, - Dülkadir hükümdarı Alaaüddevle zamanında Şeyhü’l-İslamlık yapmıştır.- Onun oğlu İsmail Efendi, ilk olarak “Kısakürek” unvanını alan kişidir. Bu silsilede, onuncu göbekte yer alan Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl Bey yer almaktadır.
Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl, 9 Temmuz 1889’da İstanbul’da doğar, özel hocalardan sarf ve nahiv (gramer ve dil bilgisi), mantık, Fransızca, Rumca ve biraz da resim dersleri alır. Fransızcayı okuyup yazacak kadar bildiği, Rumcaya da aşina olduğu anlaşılmaktadır.
Üstad, büyükbabasının Çemberlitaş’taki konağıyla ilgili bilgi verirken, kendi babasına Fransızca öğreten ve “Matmazel” diye anılan kadından şöyle bahseder: “ Bir Tatlısu Frengi vardı ki, tipi bakımdan zengin bir portre çizer” ve tasvirlerini şöyle sürdürür: “Babama Fransızca öğretsin, bana da mürebbiyelik etsin diye konağa alınmış, derken hiçbir şeye yaramaz olmuş ve hizmetçiler arasına katılmış bu bâkire, önceleri konak sahiplerinin masasına sofraya oturmak sevdasına kapılıp, peşinden hizmetçi kadınların masasına oturtulunca nihayet beklediği ve özlediği şövalyeyi bulmuştur” Der.
Necip Fazıl, kendine özgü üslubuyla babasıyla annesinin evliliklerini ise, şöyle dile getirir: “Soyunun erkek temsilcilerine düşkün Büyük babam, iki kızdan sonra erkek evlâdı Fazıl Abdülbaki’ye öylesine düşkünlük göstermiştir ki, ortaya kırdığı kırdık, astığı astık bir canavar çıkmış… Çocukluğunda, Büyük babamın biricik oğlu sıfatıyla hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı, son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü ve “Deli Fazıl” lâkaplı babam, saldırganlığını o hale getiriyor ki, onu zapt etmesi için eve bir pehlivan alıyorlar… Ama türlü oyunlarla, meselâ, bastığı yere çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açılınca devrilen saksılar yerleştirerek onu da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.
Nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, bütün bu hallere katlanan Büyük babama:
— Olmaz, olmaz diyorlar; bu böyle gitmez!.. Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için, hemen, tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..
Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Bu garip çocuğa kız vermeye razı olan yok…
Derken araya Zafer Hanım’ın (Fazıl Bey’in babaannesi) akrabalarından biri giriyor.
— Ben oğlunuza seve seve verecekleri kızı buldum!.. Girit muhacirlerinden son derece temiz ve Müslüman bir ailenin kızı… Gidip bir bakın!..
Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap bir ev… Bu fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.
Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah’ı, Resulü’nü ve emirlerini anıp ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahiret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul ve ümmî anneannem (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet örneği derin ve fedakâr Müslüman-Türk annesi timsali mübarek kadın, bu garip izdivaca razı oluyor… Öyle ya, kızını isteyen büyük bir aile… (Devam Edecek)