En son Şark Bülbülü Celal Güzelses’te kalmıştık…
Atatürk’ün 1917’de Diyarbakır’a ilk gelişinde dinlediği Celal Güzelses, aklında yer eder. Yaklaşık bir 10 yıl sonra plak yapmak için İstanbul’a gittiğinde Dolmabahçe sarayına davet edilir. Dolmabahçe daveti, Celal’ın aklında belki de en uzun süreli türkü okuduğu gün olarak kalır. Kendi ifadesiyle, aralıksız 8 saat türkü okumuştur. Tabi ki, geliş amacı da bilindiği için, günün sonunda Atatürk, “plakın üstündeki adın Şark Bülbülü Celal olsun” der. Aynı gün Dolmabahçe’de olan bir diğer büyük sanatçı Safiye Ayla da, Celal’in sesinden çok etkilenir ve plak işi tamamlandıktan sonra İstanbul’da kalması için çok ısrar eder ama Celal’in aklında Diyarbakır vardır ve toplam 18 plak kaydı tamamlandıktan sonra Diyarbakır’a döner.
Aynen yazının başlığında olduğu gibi, Celal’in müziğindeki ses, tını ve verdiği duygu doyumsuzdur. Teknik açıdan bakıldığında çok tipik bir tenör sese sahiptir. Bu serinin ilk yazısında ses oktavı üzerine yazmıştım. Ses aralığının geniş olması iyi kullanıldığında ve sesin kendi lezzeti olduğunda büyük şanstır; çünkü bir anlamda at koşturduğunuz alan genişlemiş olur. İşte Celal, neredeyse stadyum genişliğinde bir alanda at koşturur gibi sesini kullanır. Yeri gelir bas olur, yeri gelir bariton ve bunun da hakkını verir. Mesela “Silmedin gözyaşını aşkın ile ağlayanın” olabildiğince pes başlar (1 ile 2. oktav arası gibi), “Şem’a pervaneyi yaktığı için yanmadadır aman aman/Ciğeri dağlanır elbette ciğer dağlayanın” bölümünde ise tam bir tenör şovu yapıp 4'ün de üstüne atar sesini:
Dinlediğinizde özellikle , "ciğeri dağlanır elbette ciğer dağlayanın", bölümü tam bir “meyan” örneğidir aynı zamanda.
Celal büyük bir icracıdır ama suyunu içtiği derelerin adını anmaması bende burukluk yaratan bir şeydir: Emanet bırakılanı sahibinin adını anmadan kullanmak gibidir. Keşke öyle olmasaydı. Bu arada “emanet” sözcüğünü özellikle kullandım. Diyarbakır’ın eski dönemlerini bilenler emanet edilen ev, arazi, bağ-bahçe meselesini hatırlar. Diyarbakır iki büyük tehcir yaşamıştır: İlk 1895’de, ikincisi 1915’de. Özellikle 1893’de çok büyük kısmı Ermeni esnafa ait olan Ulu Cami arkasındaki büyük çarşı, bir Cuma namazı çıkışı sonrasında yağmalanmış ve ardından da tamamen yakılmıştır. 1895 yangınından miras çarşının ismi “Çarşiyâ şewîti”-yanmış çarşı olarak bilinir ve bugün de öyle kullanılır. Bu ayrı bir mesele varmak istediğim şu; her iki göç olayında da çoğu Ermeni olmak üzere şehri terk edenler yanlarında götüremedikleri gayrimenkullerini güvendikleri eş dostlarına, arkadaşlarına, komşularına emanet ederler. Biz de 70’li yılların başında annemin amcasına emanet edilmiş olan bir Diyarbakır evinde yaşamıştık. Mal, mülkün, evin, arazinin sahipsiz kalması gibi kültür ve müzik de sahipsiz kaldı ve hoyratça kullanıldı. Mesela çok tipik bir Ermeni ezgisi olan
Şark Bülbülü Celal Güzelses’i anıp da “Yaş destanı”ndan bahsetmemek olmaz. Sözleri Ali Pınarlı Aşık Hasan’a aittir ve uzun bir şiirdir. Bu arada Ali Pınar’a da bir parantez açmak lazım; çünkü Diyarbakır’ın müzik geleneğinde çok önemli bir yeri var. Diyarbakır salnamelerine göre 1900’lü yılların başlarına kadar, her yıl Mayıs gibi aşıkların/dengbejlerin bir araya geldiği panayır düzenlenirmiş. Bu nedenle Ali Pınar köyünün (Eskiden Şehitlik semtinde, üstünde tren geçen bir köprünün altından 10, 15 dakika mesafede olan bir köy) aşık geleneğinde önemli yeri var. Orijinali Aşık Hasan’a ait olan Celal derlemesinde insanın ölümünden doğumuna kadar geçen süre son derece dokunaklı olarak anlatılır. Ayrıca yaş destanı bizim evde en çok dinlenen plaklardan biriydi. İstek sahibi de çoğu zaman nenem olurdu. Ya Mahmut Coşkunses’in okuduğu “Çağırın anam gelsin”, ya da Celal’den yaş destanını isterdi. Yaş destanının da adını bilmez “Mehemedo hele yalana benzeri çal” derdi. Zaten “Toprak gel gel diye çağırır/ Geldi geçti şimdi yalana benzer” dediğinde de ağlardı mutlaka:
Celal Güzelses, yaş destanında dediği gibi:
“Ellibeşte sızı iner dizine
Altmışında duman çöker gözüne
Altmışbeşte hiç bakılmaz yüzüne
Ahireti görmüş Sübhan'a benzer”
Son yıllarını huzursuzluk ve hastalıkla geçirir. 56-59 yaşları arasındaki son üç yılında yeniden Ulu Cami’de müezzinlik yapar ve arkadaşlarına kırgın olmanın etkisiyle münzevi bir hayata çekilir. Çok geç teşhis edilen menenjit hastalığından 1959 yılında, 59 yaşındayken vefat eder.
Yaş destanı benim de en sevdiğim Celal güzelses icralarından biridir. Özellikle bir ton düşerek, son bölümde söylediği; “Beni ağlatma ki sen de gülesin/Hem muradan hem maksudan eresin” dağıtır adamı.
Celal Güzelses’le ilgili bu kısmı kapatmadan, çok iyi bir Celal Güzelses ardılı olan TRT sanatçısı Diyarbakırlı Zülküf Altan’ı “Yara Benden” yorumuyla anmak isterim:
Önümüzdeki bölümde 75-80 arası Diyarbakır’ın değişen sosyolojisinde müzikte yaşanan değişmeleri yazmaya çalışacağım.