Kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, ağaçların çiçek açtığı, toprağın yeşil örtü ile bezendiği, suların çağlayarak aktığı Nisan ayı, ilkbaharın tümüyle kendisini gösterdiği, insanın neşeyle ve coşkuyla dolduğu bir aydır kuşkusuz...
Nisan ayını seçmemizin temel nedeni, bu ayın diriliş ve uyanışa zemin hazırlaması ve insanı düşünceye sevk etmesidir. Düşünmek… Sürekli düşünmek… Ve bu sayede atılım yapmak ve çağ atlamak… İnsanoğlunun en değerli özelliklerinden biri olan yeteneklerini geliştirmesi ve bununla adeta sıçrama yapmasıdır düşünmek…
Kur’an-i Kerim yüzlerce ayette bu olgu üzerinde durur ve insanı düşünmeye çağırır… Işığa koşan bir kelebeğin o telaşlı halinden, geceyi, bir dalgayı yararcasına aşan yarasadaki o radarlı yürüyüşünden, baharda gülün birden bire açılışından, Sonbaharda bütün bir doğanın ölüşünden ve evrensel bir kefen gibi varlığı bürüyen kıştan, Peygamberleri dinlemediği için zamanın kılıcıyla toza ve küle çevrilen uygarlıklardan, ölümden ve ölüm ötesinden, mezardan, doğumdan ve çocuktan, yer altından, yer üstüne ve ayın üzerindeki tozlara kadar düşünmek… Kuskusuz Yaratıcı tarafından insana bağışlanan en soylu bir özelliktir düşünmek…
İlk insandan başlayarak günümüze dek gelen ve günümüzden de kıyamete kadar sürecek olan insanlık ve hakikat uygarlığını yaşatan, geliştiren, yükselten ve koruyan, toplumun lider ve önderlerinden başkası değildir.
Sezai Karakoç’la özdeşleşen bir kavram olan Diriliş’in İmam Gazali’den başlayarak Mevlana Halid Şehrezori’ye kadar Nisan ayı ile birlikte ele alındığını ve işlendiğini görmekteyiz.
Mevlana Halid, Farsça yazdığı divanının ilk beytinde şöyle diyecektir: “O güzeller şahına haber verin ki, Yağan Nisam yağmurlarının etkisiyle âlem, ikinci bir defa dirilmektedir.”
İnançtan gelen bir güçle yola çıkan, tükenmez bir enerji, umut ve aşkla halka önderlik eden Mevlana Halid, tasavvufa değişik bir yorum getirmiş ve dünya çağının ikindisinde büyük bir gölge gibi vurmuştur karşı ufuklara, güneşin doğduğu ufuklara...
- yüzyılın büyük düşünürü ve bilgini olan Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), bilim yolunda ilerlemek ve İstanbul’da Sultan I. Mahmud’un tahtta oturduğu dönemde saray kütüphanesinden yaralanmak için Siirt’in Tillo kasabasında oturan Şeyh İsmail Fakirullah’tan Sultan’a hitaben yazılmış bir mektup almayı ve Padişah’a götürmeyi denemiş, böylece Topkapı Sarayı’ndaki zengin kitaplıktan yararlanmayı bilmiş ve gittiği İstanbul’un bu ikinci dönüşünde ünlü eseri Marifetnâme’yi yazmayı başarmıştır…
Tarikatların dini liderleri olan Şeyhlerin, Kürtler içerisindeki etkinlikleri ve otoriterlikleri, çok eski zamanlara kadar gider. Her zaman Bey, Hükümdar, Sultan ve Padişahların yanında saygın yerleri olan şeyhler, dönem dönem halk nezdindeki etkinlikleri fazla olunca, Osmanlı Padişahlarını endişelendirmişlerdir kuşkusuz...
- Murad, Bağdat seferine gitmek üzere bölgeden geçerken, Diyarbekir’in o dönemde ünlü şeyhi, Aziz Mahmud Urmevi’nin misafiri olmuş, müritlerinin sayısı ile şeyhe bağlılıklarında ötürü endişeye kapılmış ve dönüşte şeyhi öldürtmüştür.
Kürt toplumu içinde şeyhler, genellikle birçok yönden geniş bir etkiye sahip olmuşlardır. Bunların, sıradan ve yoksul ailelerin çocukları olmaları, halkın içinden çıkmaları, tarafgirlik ve aşiretçilik yapmamaları, zalim, gaddar ve baskıcı ağa ve beylere karşı çaresiz kalan halkın sığınağı haline gelmeleri, kitleleri irşat ve aydınlatmada etkin olmaları, geniş halk yığınlarının, şeyhlerin etrafında toplanmasına neden olmuştur.
Mevlana Halid Şehrezori, Hicri: 1193 / Miladi: 1779’da Irak’ta, Süleymaniye’ye bağlı Karadağ kasabasında dünyaya gelir. Zamanın ünlü hoca ve âlimlerinden eğitim gören Mevlana Halid, 1804 yılında Medine'ye, dört yıl sonra da Hindistan'ın Cihanabad şehrinde Şeyh Abdullâh Dehlevî'nin yanına giderek Nakşibendîlik tarîkatının terbiyesini alır. (Devam Edecek)