Sırtımın ağrısı, her zamankinden daha fazla hissettiğim sıcağa rağmen durakta, ayaktayım üstelik, yürüyecek mecalim de yoktu.
Araç sesleri, eksoz soluyan insanların garip telaşı var önümde. Ciğer satan adamın şişmanlığını ciğerden çok ekmek yemesine yordum hiç yokken. Strafor kutuya doldurduğu buzla şehrin sıcağından azade su satıyor çocuk, bir diğeri tepside çayyyy.
Ömür gibi; kısa düşünüp uzun yürümek istiyorum.
20-25 yıl önceki caddeleri, köy boşaltmalarıyla şehre taşınan zoraki demografiyi düşünüyorum. Şehrin sahipliğine soyunan yerlilik edebiyatıyla üsten konuşan insanların klişeleri çınlıyor kulağımda .
Henüz arşınlanmamış ölümün satırlı kovalamacası; kent sokaklarında değil de, bir çocuk parkında fetvalı ölüm şahitliğinde bekliyor beni.
Nefes alışını hissediyorum, çok genç, çocuk bile sayılır. Ölmemiş henüz, terliğiyle birlikte düşüyor aklıma.
Nasıl bir tesadüf bizi karşılaştıran?
Sur'un dış tarafındaki çocuk parkında; kuma karışan bağırsakları ve kanı doluşuyor içime, bir de henüz ayağındaki terlikleri.
İman yüklenmiş bir satırdan geriye kalan katli vacip!
Cadde bir baştan bir başa korku, kan ve kum kokuyor, tiksiniyorum; İçime kusuyorum.
...
Duraktan ayrılıp yürümeye başlıyorum, nisyan ile malul hafıza-i beşerim ile.
Fırında çalışıyormuş, üstelik nişanlıymış diyor birileri uğultular arasında...
Hiçbir araba almıyor, kan kirletecek koltukları, değer mi?
Temizlemesi daha kolay bir pikabın açık römorkuna sığdırılıyor henüz olmamış cesedi. Kuma karışmış bağırsakları kaldı kanıyla beraber. Terlikleri de düştü, eğilip almak istedim belki giymek ister.
Ne zaman aldı o terliği, tişörtü, üç pileli pantolonu. Sabah çıkarken annesini gördü mü acaba?
Belki ne telaşla çıktı da göremedi son kez görülesi annesini.
Henüz pıhtılaşan kanı, bağırsağı, parkta bırakıp Dağkapı yönüne gitti pikap, biz de yürüdük itfaiye tarafına öylece.
Ben içime kustum.
Şehrin hafızasındaki yüzlerce cesetten biriydi ve isimsizdi.
Henüz çay bahçeleri varken sur diplerinde Büyük Postanenin karşısındaki büfesinde inatla Özgür Gündem satan Kemal abinin katline kim vaciplik vermişti peki?
O’nu düşündüm, sonra Kadri düştü aklıma; Kaynıydı Kemal abinin.
Haci Büzrük Camisi’nde Kürtçe Mevlit dersleri; Ew xwedayê daye me dînul mûbîn!
Ve Kadri’nin esmer gülüşü, dağa yolculuğuna sebep ölümleri tarttım aklımda.
Hepsi aynı ağırlığa denk geldi gramı gramına!
Bir şehirdi aslında katledilen; karnı deşilen, bağırsakları dökülen, kanı kuma karışan, ensesinden tek kurşunla vurulanların şehri.
Fahrettin, Mehme Xeyri, Ramazan, Aydın, Musa...
Her birinin güzel hatıraları düşüyor önüme.
Mezarsız Fahrettin’in evden aşırdığı parayla gittiğimiz Sisi Lokantası, Dallas Pastanesi, Milli Eğitim Kitabevi, Emek Sineması…
Mehme Xeyri'nin marlborosu, çorbaya ekmek banışı, mertliği, Ramazan'ın şehir çocukluğuna denk düşen devrimciliği, ardı sıra ölen anası, babası ve hepsi bilcümle...
Kan kokan şehirden ter kokan sokaklara, caddelere sirayet eden insan siluetleri arasında yitip giden onlarca can, onlarca dost, arkadaş.
İçime kustum sokağın köşesinde; Kumla kan karışımıydı kusmuğum.
Yürüdüm, sırtım ağrıyordu, hiç olmadık yerlerde çıkan kıllarımı çekiştirdim bir yandan.
Kemale ermişliğe değil de geçkinliğe yordum düşünümü!
Çocuğum da var üstelik; ‘biri ödipal dönem sorunlar yaşıyormuş, normalmiş’. Öyle diyor bay psikolog. Diğeri de Z kuşağı yetmezmiş gibi ergen bir de. Okul da okumadı, tez vakitte tedbir almak lazım.
Bir geçkin aşk evliliğinin ertelenmiş çocukları.
Bırak diyor içimden öteki, “yürü durağa” diyor.
Geliyor otobüs, biniyorum; ter kokuyor içeri...