İnsanların ezici bir çoğunluğu yiyecek kuru bir ekmeğe muhtaç iken TÜİK verilerine göre çöpe attığımız günlük 7 milyon ton ekmeğin hesabını peki?Camilerde yan yana tutulan safların dışarda neden olmadığının cevabını nasıl verirdik? Her cemaat namazı sonrası dönüp “ihtiyacı olan var mı” diye sorduğu sünnetinin şimdi ise neden kaybolduğunun hesabını verebilir miydik? Her yıl Kurban Bayramı’nda kesilen milyonlarca ton kurban etine rağmen Suudi Arabistan’ın 3-4 saat ötesindeki Sudan’da insanların, çocukların, bebeklerin açlıktan ölmesini izah edebilecek birilerini bulabilir miydik sizce? Emin olunması gereken, kol kanat germesi gereken Müslümandan gayr-i Müslime sığınan mülteci kardeşlerimiz için bir bahanemizolacak mıydı?
Zulme, haksızlığa, ölüme, acıya renk, dil, din, ırk, mezhep bürüdüğümüzün; “oh be bizden değilmiş” diye rahatlayan vicdanlarımızın hesabı konusunda fikri olan var mı? En büyük sünnetleri merhamet, rahmet, şefkat, empati ve her kesimi kucaklama iken sadece sakala, sarığa, misvaka indirgediğimiz sünnetleri?
Yazacak o kadar çok şey var ki aslında…
Aklım tutuluyor evet…
İslam toprakları cayır cayır yanıyorken; bugün dinin olduğu her yerde kan varken, tüm İslâm coğrafyaları barut kokuyorken, mazlumların feryatları arşı yırtıyorken, analar ömür boyu iki resim karesine mahkûm ediliyorken, yetimlerin sahipsizliği her geçen gün büyüyorken, TÜİK verilerine göre huzurevlerindeki yaşlı sayısı son 5 yılda yüzde 540 artmış iken…
Her yıl Hz. Peygamber’i özlüyorum diyerek umreye gidenlere… Beşinci, altıncı hatta yedinci kez Hacc’a gidenlere… “Pişirdiğiniz yemeğin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz” Nebevi ikazına rağmen hamilesi, canı çekeni, imkânı olmayanı, eli uzanmayanı yok sayarak boy boy yemek resimleri paylaşanlara; merhameti, rahmeti, hukuk ve adaleti bir tarafa atarak bu dini sadece namaz, oruç, hac ve yoksula iki kuruştan ibaret görenlere… Doğan her bebek için bir damla fazla yağmur yağdıran, bir tutam buğdayı fazla yeşerten Rahman’a rağmen mal üstüne mal biriktirenlere… Hayatında sahip olduğu bir iğnenin dahi bir hibe değil bir emanet olduğunu idrak edemeyenlere, şahit olmak için geldiği bu dünyaya sahip olmak için ömür tüketenlere aklım tutuluyor…
Peki nedir çözüm?
Kendimizi formatlamalıyız.
Hep dediğim gibi içimize hicretle başlayacak her şey.
Daha fazla geç olmadan.
Bu dünyadaki vademiz dolmadan.
Görmeli ve anlamalıyız ki namaz aradan çıkarılabilecek bir şey, oruç ayıp olmasın diye katlanılan açlık, zekât nasıl daha azını veririm kurnazlığını gerektiren bir külfet değildir. Kalplerimizi idrak yetimliğinden kurtardığımızda anlayacağız ki aradan çıkardığında yük olan namaz, ikâme ettiğinde yükünü alır. Âdet diye tuttuğunda aç bırakan oruç, Allah’a hasrettiğinde gönlünü doyurur. Hile hurdayla sırf “yapmış olmak için” zoraki verdiğinde elini titreten zekât, aşkla, cömertçe verdiğinde kalbini kanatlandırır; seni, ruhunu, hayatını temizler.
Çünkü hepsinin ortak paydası güzel ahlak; güzel ahlak Müslümanlık, Müslümanlık ise kaliteye mecbur olmaktır.
Rabbiyle alışverişinde dahi kaliteyi gözetmeyen gerçek mü’min olur mu?
Bakın ta çağlar ötesinden Nebevi bir soluk uyarıyor bizleri;
“Nasıl yaşarsanız öyle ölür; nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz”
Yani en çok ne ile meşgulsen, en çok nerede vakit geçiriyorsan muhtemeldir ki; o işle meşgulken ve orada iken ölüm gelip seni bulacak. Dilinde en çok neyin sohbeti varsa, kalbini en çok ne sızlatıyorsa, uykunu kaçıran ne ise, yüzünü güldüren, gözünden yaş döken ne ise; muhtemelen son nefeste de kalbinde, dilinde ve özünde o olacak.
Bir de “öyle diriltilirsiniz” ikazı var dikkat edilmesi gereken. Yani bu, huzur-u ilahide de “o halde olursunuz” demek. Verilen mesaj gayet net aslında; “Diriltilmek istediğin gibi öl ey insan ve ölmek istediğin gibi yaşa!”.
“Peki insan nasıl yaşamalı?” diye sorarsanız da; sanırım buna da cevap gayet açık;
“Son nefeste nasıl olmak istiyorsa, hep öyle olmalı!”
Müebbet muhabbetle. (SON)