Eğitim: Öğrenilmiş çaresizlik - 1

Yarınlara dair umutlarımız var hepimizin ve bu umutların yeşermesini bekliyoruz. Ancak umudun yeşermesi için gerekli zaman ve zeminin ortaya çıkması adına...

Yarınlara dair umutlarımız var hepimizin ve bu umutların yeşermesini bekliyoruz. Ancak umudun yeşermesi için gerekli zaman ve zeminin ortaya çıkması adına çabamız eksik ve niyetlerimizde de “ihlas” yok maalesef.

Bu yazımı “nedensellik” üzerine inşa ederek, aslında Farsçadan dilimize gelen ve kelime anlamı “hazine” olan genç ve gençliğin mevcut durumu üzerinde ilerletmek istiyorum.

Zira kim ne derse desin manzara gerçekten ürkütücü. Özellikle gençlerle hem dem oldukça bu coğrafyada yaşayan genç kuşağın değerlerimize, medeniyet birikimimize aidiyet bilincini hızla yitirdiğini içiniz ezilerek görüyorsunuz.

Peki suçlu kim?

Elbette ki, onların sorularına cevap veremeyen, sorunlarına nüfuz edemeyen, buna rağmen onları kendi istediğimiz gibi eğitmeye çalışan biz yetişkinlerin!

Yani?

Evet, sorunun ana kaynağı eğitim sistemimiz. Zira mevcut eğitim sistemimiz gençliğin maruz kaldığı saldırılara cevap vermesi durum.

“Saldırı” deyince gözle görülebilir bir saldırıdan söz etmiyorum.

Çünkü bu saldırılar zihni ve kültürel saldırılar.

Amacından sıyrılarak gelişen eğitim sistemi, kültür dünyası, medya, düşünce dünyası ve sanata bakış açısı adeta el ele vererek onları işgal altına almış ve onların hayal dünyasını topyekûn katlediyor.

Peki, biz bu tabloya karşılık ne yapıyoruz?

Eliyoruz!

Adını hemen her yıl değiştirdiğimiz bir eleği alıyor; kurduğumuz sınav sistemiyle sözüm ona başarılarını ölçüyor; iyiyle kötüyü, zeki ile aptalı, çalışkan ile tembeli ayrıştırıyoruz(!).

Ölçümüz ne?

Akademik başarı!

Çünkü okula gönderdiğimiz her gencin avukat, doktor, hâkim, savcı, bürokrat olmasını istiyor; “Hiçbir şey olamazsan bari git öğretmen ol” diyoruz!

Bu kriterlerin dışında kalan meslek liselerindeki gençlerle görüşün, onlardaki “öğrenilmiş çaresizliği” görün, ne demek istediğimi anlarsınız.

Gençlerin kurduğu cümleler ortak;

“Fen lisesini kazanamadım, Anadolu lisesini kazanamadım, İmam Hatip lisesine gitmek istemedim, annem veya babam bari git bir lise mezunu ol dedi.”

Gencimiz en fazla 18 yaşında.

Yani hayatının daha başında.

Verdiğimiz mesaj ne;

“Sen bir işe yaramazsın”

Neden?

Çünkü benim istediğim okulu kazanamadın!

Bugünkü tablo bu değil mi?

Oysaki…

İdeal bir eğitim sistemi öğrenciyi eleme işine girişmez, girişmemeli de.

Ne yapar?

Onların ilgi, istidat ve kabiliyetlerini keşfederek bir üst seviyeye çıkarır.

Yani?

Balığa uç demez.

Attan yumurta yapmasını istemez.

Kuştan yüzmesini istemez.

Dolayısıyla farklı mizaç ve yetenektekiöğrencileriaynısorulardansınavyapıpöğrencilerinbirkısmını “başarısız” ilan eden bir sistem eğitimi “anlayamamış” demektir. Bu tespitlerden hareketle baktığımızda da kim ne derse desin elenen öğrenciler değil sistemin kendisidir.

Hiç kimse beynine bilgi depolamakla; Türkçe, Matematik, fizik, kimya olimpiyatlarında birinci olmakla eğitim sisteminin kalitesini anlatmaya çalışmasın. 15 Temmuz’da ki menfur olayın başrolünde sistemin sınavlarında derece alanlar olduğu unutulmamalıdır. Tankların altına yatıp canını hiçe sayanlar elenen, sistem tarafından “başarısız” damgası vurulan, ötekileştirilenler idi. Ülkeyi uçurumun kenarından eğitim sisteminin “sistem dışına” ittiği bu fertler kurtardı.

Ne mi anlatıyorum?

İçinde yaşadığımız dünyada baş döndürücü gelişmelerle hızla gelişen teknoloji karşısında, yukarıda sözünü ettiğim zihni ve kültürel saldırıları da hesaba katarak, kalplerinibirtarafabırakıpsadecebeyinlerineyönelerekorayıdoldurmayaçalışırsak bu kuru bilgi sadece birer mankurt (bilinçli köle) yetiştirmekten başka bir işe yaramaz.

Çünkü ideal eğitimin yolu kuru bilgiden değil gönülden geçer.

Yani eğitimde çocuğun, gencin yüreğine ne kadar dokunduğunuz önemli.

Geçen yıl yaptığımız ve bu yıl devam ettirdiğimiz yurt turnesinde açıkça gördük;

Gençlerimiz daha “kendilerinden” bir dil arıyor.

Onları kalplerinden yakalayacak, nasihatlerin hayatlarına yansımasını sağlayacak, durumlarını küçümsemeyen, aksine anlayan ve içlerini gören dupduru bir dil arıyor.

Üst perdeden nasihat buyuran üsluplar, gençleri hiçbir şekilde etkilemiyor.

Zira kendilerinin sansürsüzce ve en önemlisi yargılanmaksızın anlaşılmasını ve gündemlerinin yakalanmasını istiyorlar. Konuşan kişinin kullandığı “biz”li üslup, fena halde itici geliyor; dinleyen gençleri mevzu ne kadar sıcak olursa olsun boğuyor.

Konuşmacının “tehdit içerikli” ağır bir din dili kullanması yerine, İslami örneklerin içine yedirildiği güncel ve neşeli örneklerle bezeli, daha aktüel bir tarzı tercih ediyorlar. Asla uygulanmayacak uzak ve afaki idealler yerine yakın ve mümkün hedefler gençlerimize daha çok tesir ediyor. Kişisel tecrübelerle süslenen ve yer yer öz eleştiride içeren üslup gençlerimizde daha kalıcı oluyor.

Sadece ‘başkalarının’ kusursuz, mükemmel ve örnek hayatlarının anlatıldığı, insanlara kusursuzluğu ve mükemmelliği dayatan teorik konuşmalar birkaç dakikadan sonra dinleyiciye bir şey söylemez oluyor. Teknolojinin önümüze serdiği sınırsız imkanları da düşündüğümüzde bu ilkeleri benimsemiş, samimi ve bilge üsluplara ihtiyacımız var.  (Devam Edecek)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri