“Bu Diyar Baştan Başa”, Yaşar Kemal'in 1951-1963 yılları arasında Cumhuriyet gazetesi için yazdığı röportajlardan oluşuyor. Yaşar Kemal’in bu dönemki röportajları daha sonra dört kitaptan oluşan “Bu Diyar Baştan Başa” üst başlığıyla bir araya getirilerek 2004 yılında piyasaya sürülmüş.
Eserde, Türkiye’nin pek çok köşesinden muhteşem tasvirlerle hayrete düşüren öyküler anlatıyor.
Diyarbakır, Van, Erzurum, Ağrı Dağı, Adana daha da fazlası var. Anadolu, doğu, güneydoğu, öldüren sıcak, donduran soğuk ve fakirlik ne arasan var. Tam da adı gibi memleketi, insanları, dramları, yoksulluğu soğuğu, sıcağıyla anlatmış Yaşar Kemal…
Cahilliğime verin; ben şimdiye kadar Diyarbakır’a gül şehri dendiğini duymadım, bütün şehrin tepeden tırnağa yemyeşil olduğunu da…
Belediye tanzifat ameleleri kadınlardan, dilencilere, Sur’un bitişiğindeki çeşmelerde çamaşır yıkayan kadınlara, Yenişehir’deki yeni yapılaşmaya kadar birçok şey var Diyarbakır ile ilgili kısmında.
…
Sözü burada kesip, Yaşar Kemal’in gözünde Diyarbakır’ın kısa anlatımına bakalım:
Diyarbakır akrepler şehri, gül şehri, karpuz şehri. Diyarbakır yeni yapılacak otelleri, eşsiz tabiatiyle turist şehri… Diyarbakır tezatlar şehri. İnsan birden irkiliveriyor. Atom bombası bu şehre düşmüş sanki. Yer yer taş yığınları, harabeler.
Diyarbakır pas tutmuş. Diyarbakır, eski, çok eski bir demir kadar paslı. İlk bakışta böyle ya, insan aldanıyor. Sonra yavaş yavaş ayılıp ısınıyor Diyarbakır’a; anlıyor ki iş böyle değil.
Bu şehir kılıf içinde. Bu şehir kendisini öylesine gizlemiş ki, tadına varabilmek, onu sevebilmek için emek istiyor, terlemek istiyor.
Bu şehri kılıfından soyup mahremiyetine girmeli. Bu iş, zor iş ya, değer. Bunu yapabildin mi büyülendin demektir. Diyarbakır seni büyülemiştir; kurtuluş yok.
İki Diyarbakır var: Biri surun içindeki eski, öteki, surun dışındaki yeni Diyarbakır.
Eski Diyarbakır, mimarisi, evleri, kahveleri, sokakları, giyinişi, velhasıl her haliyle, surları kadar eski.
Evler… Kara, kirli, yıpranmış bazalttan yapılmış, kemerleri, kafesleri «Cağ» denilen demirlerle örülmüş pencereleri, iki katlı damlı evler. Bu evlerin içlerinde çok eskileri, ünlüleri var. Dördüncü Murad Diyarbakır’a geldiğinde bu evlerden birinde kalmış. Daha terütaze duruyor, dün yapılmış gibi.
Sonra Behram Paşanın evi diyorlar, bir ev var, şimdi otel olarak kullanılıyor, hayran olmamak elden gelmiyor. Kemerlerin en güzeli bu evlerde.
Damların üstünü diz boyu ot ve kır çiçekleri bürümüş. Bu sebepten, pek az ağaç olmasına rağmen, bütün şehir tepeden tırnağa yemyeşil.
Dışı bu kadar. Belki de pek bir şey söylemez. En genişi dört adım gelen sokaklardan geçerken efkâr basacaktır. Ama durunuz. Bu erken. Korkmadan önünüze gelen herhangi bir kapıyı çalmalısınız. Kapı hemen açılır. Kapıyı açan, çoğu kara gözlü, esmer bir kadındır, ilkin afallar. Yabancı olduğunuzu anlayınca buyur eder. Diyarbakır artık kılıfından çıkmıştır. Diyarbakır bütün sıcaklığı, samimiyeti, güzelliği ile gözünüzün önündedir.
Evin bir avlusu vardır. Bunada «Havş» diyorlar. Avlunun ortasında küçücük bir havuz vardır. Havuzun dört yanına, bütün avluya türlü türlü, renk renk güller ekilmiştir, gülden geçilmez. Ev denebilecek evlerin hepsi de aynı minval üzeredir.
Nereye gitsen gül… Her yan gül. Mardinkapı’da Millet parkı var. Parkta gülden başka hemen hiç bir çiçek yok. Göz alabildiğine gül. Bütün şehir gül kokuyor. Satıcılar, başlarında tablaları, bağıra bağıra gül satıyorlar. Bir tanesi, bir köylü, gül sergisi yapmış, bir destesi beş kuruşa… Koca bir top gül beş kuruşa.
Sordum. Köyden getirmiş bu gülleri.
Bu akrepler payitahtı, gül şehridir, kahvehaneler şehridir. Her adımda bir kahvehane… Ne kadar da çok! (Devam Edecek)