İşin en güzel ve nazik tarafı şudur ki, hadise, kahraman ve faziletli bir asker olmasaydı unutulup gidilecek, belki hiç takip mevzuu olamayacak, hatta iz bile bırakmayacaktı. Hadiseyi meydan çıkaran, bir askerlik şubesi reisidir. Şöyle ki: Öldürülen 33 kişinin içinde bir fert vardır ki, Aydın taraflarında askerliğini yapmakta ve o hengâmede izinli olarak köyüne gelmiş bulunmaktadır. İzin bittiği halde kıtasına dönmemiş, zira sırf yüksek bir komuta salahiyetinin suiistimali yüzünden, kendi öz silah arkadaşları marifetiyle öldürülmüştür. Aydın’daki kıtası, bu erin bulunması için Özalp Şube Reisliği’ne yazıyor. Şube Reisi, ciddi, vakur, namuslu ve maneviyatlı, sapına kadar dürüst bir Anadolu insanıdır. Aranan erin takibine geçiyor ve takip işini bizzat sevk ve idare ediyor. Kendisine Muğlalı ve suç ortakları tarafından, bu erin âkibeti kurcalamaması emredildiği halde, kanuni mesuliyet ve hak ölçüsü bakımından, Şube Reisi işi bırakmıyor. Nihayet erin âkibeti, Şube Reisi’nce tespit ve gereken muamele yapılıyor. İşte meşhur “kurşuna dizilen 33 vatandaş…” hadisenin meydana çıkarıcısı, bu muhterem askerdir ve bütün bu hususlarda gereken şehadette bulunmuştur.
Bu Şube Reisi’nin gerek askeri ve gerek insani faziletine eş olarak hadiseyi tespit etmekte ikinci bir fazilet örneği daha vardır ki, o da Albay Şerif’tir. Şu anda mahkemede savcı bulunan (1950) Albay Şerif, başlangıçta iş gizliden gizliye tahkikat safhasında bulunurken, sanıklardan bir albayın, sadece ahbap sıfatıyla birdenbire odasına giriyor ve “kuzum, anlatsana bana nasıl oldu şu Özalp işi?” diye bu albayın ağzını arıyor. Mahut albay da, tertibi anlamayarak, bülbül gibi başından sonuna kadar hadisenin cereyan şeklini haber veriyor. İtiraf bitince, Albay Şerif birdenbire atılıyor, odanın kapısını açıyor ve orada bir yazı makinesiyle bekleyen yazıcıyı içeriye alıp “Yaz” emrini veriyor ve duyduklarını dikte etmeğe başlıyor. Bunun üzerine suçlu albay, bağırmaya başlıyor: “ Bu da ne demek, sen bana ne böyle bir sual sordun, ne de ben böyle bir cevap verdim! Katiyen yalan! Ne oluyorsunuz?” Fakat Albay Şerif hem bir asker, hem de hukukçudur. Zaptı yazdırıyor, suçlu albaya da, zaptın altına aynen kendi inkâr ibaresini yazıp imzalatıyor. Mahkemede bu yazıcı nefer de şahitlik etmiştir.
Beri taraftan da beş suçlu, zaten neticeyi değerlendirmeyecek olan bir inkâr tavrını muhafaza etmekte ve hiç olmazsa” emri ben verdim, mesul benim! Bu askerliktir, emir alanlar yerine getirmekle mükelleftir” diyecek kadar olsun, celadet tavrı gösterememektedir.
Yaşı 65’i geçtiği için nasıl olsa idamımı kanunen mümkün olmayan Muğlalı’nın, böyle bir jestle ve hiç değilse hata da olsa samimi bir içtihat ve kanaat izharıyla ileride hususi olarak affını temine medar olabilecek bir celadet tavrı gösterememesi ve ikinci derecede emir ve komuta makamlarının sahiplerine suç yüklemeğe kalkması, ayrıca, haksızlık derecesiyle mütenasip bir tecellidir. Allah, kendisinden en küçük bir iyilik ve doğruluğun bile zuhuruna razı değildir.
Bazı gazetelerin 32, bazılarının da 33diye kaydettikleri kurbanlar üzerindeki sayı ihtilafı şuradan gelmektedir ki, tam 33 kişi olarak boğazlatılan zavallılardan biri, aldığı yaralardan ölmemiş, öldüğü zannedilip bırakıldıktan sonra sürüne sürüne İran hududuna geçmiş ve öbür tarafta ruhunu teslim etmiştir. Böylece haile (meydanında yalnız 32 ceset kalmıştır. Hakikatte öldürülenler tam 33 kişidir.
Allah’ın verdiği cezanın, işlenen suç cinsinden olduğuna dair meşhur ölçüyü hatırlayalım! Bu Mustafa Muğlalı, Menemen Divan-i Harbi’nde, suçlu ve suçsuz demeden nice masumu ipe çektirmiş, hatta gûya “şeriat isteriz” diye bağıran bir Yahudi’yi bile sallandırıvermiştir. (Bakınız. Dedektif X Bir, 33 Vatandaşı Nasıl Kurşuna Dizdiler, Büyük Doğu, 5.yıl, S: 19, 17 Şubat 1950.)
Şiirde Dile Getirilen Olay: Bu hazin ve benzeri görülmemiş olay, daha doğrusu katliam, Ahmed Arif tarafından “33 Kurşun” isimli bir şiir ile dile getirilir:
“Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van'da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler subaşlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı...
Yiğitlik inkâr gelinmez
Tek'e - tek döğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuz üç kurşunlu yürek
Otuz üç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...
………………………..
“Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...”
Aynı duygu ve düşüncelerle Sezai Karakoç ta büyük bir ustalıkla ve sanatkârlığın verdiği bir güçle “Veda” şiirini yazar:
“Silahlara veda
Geceye rüyaya ve sana
Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden
Düzenlerin çıkmazına
………………………
Bir rafa koyabilsen
Olup biteni ve onları
Sabaha kadar konuşsak
O ürkek ürkek bakanı sana bir anlatsam
Ateşi karı tüfeği çeksem
Ocağa pencereye kapıya
Kemana veda
Yağmurda şeytan ve şapkası
Silahın ölümünü kutluyorum
Tren kaçırmış gibiyim
Sana veda”