Bu ağacın röntgenini çekip elimize aldığımızda sadece tıp ehlinin anlamakta nasiplendiği manasız şekiller çıkmıyor üstelik. Dağ başındaki okuma yazma dahi bilmeyen ama samimiyeti iliklerine kadar işlemiş çobanımızın dahi anlayabileceği bu resim karesinde insan olarak vicdanımızı yaralayan her olumsuz davranışımızın temelindeki “samimiyetsizlik” ben buradayım diyor.
Peki, neden bu samimiyetsizlik?
Olaylar ve yaşanmışlıklar “duygusu” itibariyle bizi tatmin ettiği için “bilgisi ve kaynağını” sorgulamaz durumda olduğumuz için sanırım. Her geçen gün kaynayan fitne kazanıyla birlikte kalplerimiz ile zihinlerimiz arasındaki bağlantıyı kopardığımız için de zihinlerimiz insanca işlemekten uzaklaşıyor, zeminimiz temellerinden kopuyor, bu kopuşla birlikte de nefis vicdanın talebesi olmak yerine imamlıkta ısrar ediyor ve insanı “aşağıların en aşağısına” sürüklüyor. Böylece de Muhammedi davetin bin bir güçlükle yerleştirdiği tüm değer, inanç, hedef ve idealler de teslimiyete kör, kulluğa sağır, gölgelerin esiri olmuşların gözü önünde değiştiriliyor.
Tam da bu noktada“hiç mi iyi kimse yok?” dediğinizi duyar gibiyim.
Olmaz olur mu?
Kulluğun şanıyla elinden geleni yaparak Hacer Anne misali gayret eden, İsmail Nebi gibi karşılarına çıkan bıçakları Hakk’tan gelen bir sınama vesilesi bilen, İbrahim Aleyhisselam gibi ateşlere atılırken bile O(cc)’nun dışında başka bir aracıya ihtiyaç duymayan, Nuh Aleyhisselam gibi imanın hakkını vererek karaya gemi yapıp Rabbin suyu göndereceğine inanan ve Rabblerinin huzuruna çıktıklarında nelerden sorguya çekileceklerse onları tastamam yapmak için uğraşanların hatırına Rabbimin hala muradı var üzerimizde ve kanımca bu küçük azınlığın hatırına dönüyor dünya..
Peki, soralım mı kendimize “neden bu haldeyiz” diye?
Ama samimiyetle, eğip bükmeden, kıvırmadan, mertçe, “kim ne der” diye düşünmeden, ‘nedesinler’in hesabına hiç girmeden ve olmak istediğimiz kişiymişiz gibi yapmayı bırakarak…
Çünkü kul olmak gibi bir derdi yok birçoğumuzun. Almayı istediğimiz ev, gördükçe iç geçirdiğimiz binek, aylık gelirimizin bilmem kaç katı kadar kullandığımız telefon, kazanmayı hayal ettiğimiz para kadar meşgul etmiyor kalbimizi kul olmak. Bu dünyada garip bir yolcu olduğumuzu, gelmenin gitmenin ilk adımı olduğunu, hayat dediğimiz şeyin aslında altında biraz eğleştiğimiz bir ağaç gölgesi olduğunu unutmuş durumdayız. Giderken geri de bırakacağımız her şeyin daha fazlasını avuçlarımıza almak istiyor; yanımıza alacağımız yegâne sermayenin azını bile tutamıyoruz ellerimizde.
Haydi itiraf edelim! İyilikleri, güzellikleri dahi Allah’ın sevgisine ve rahmetine mazhar olabilmek için değil korktuğumuz şeyler başımıza gelmesin diye yapar haldeyiz bir çoğumuz.
Çünkü akıllarımız sürekli “çıkarlarımızı” gözetiyor; “külfetsiz nimet olamayacağı” gerçeğini atlayarak nimet olunca toplanıyor, külfet olunca dağılıyoruz. Nefsimiz istediğinde aklımız bu hesapsız istekler için makul görünen gerekçeler uyduruyor, üzeri örtülmüş vicdanımız ise tüm bunları aklayıp kendimizi kandırma uğraşında yardım ediyor. Her biri kul olmak adına sunulan bu lütufları hayır yerine şerde kullanınca da kendimizi kendi ellerimizle ateşe atıyor; inançlarıyla mutmain olmayıp çıkarlarının peşine düşen her belde ve neslin inananları gibi ne dinimizi terk edebiliyor, ne de kendimizi Rabbimizin rızasına adayabiliyoruz. (Devam Edecek)