Malum aylar önce uzunca bir yolculuğa çıktık bir “ibadet” şevki ile. Bu şevkin merkezine il il ilçe ilçe okul okul dolaşmak ve gençlerimizi yeniden bizi biz yapan, bin yıl boyunca bu dünyaya hükmetmemizi sağlayan milli ve manevi dinamiklerimizle yeniden buluşturabilme sevdamız kök salmıştı ve kısa süre içinde bunu girip çıktığımız yerlerde nispeten başardık da.
Ancak umduğumuz ile bulduğumuz, olmak isteyip de olduklarımız arasında derin bir uçurumla karşılaştık bu meşakkatli yolda. Tanıdığımız insanlardan, girip çıktığımız kurumlara; şahitlik ettiğimiz yaşam hikâyelerinden gözümüzün gördüğü, kulağımızın duyduğu, vicdanımızın şahitlik ettiği en ufak ayrıntıya kadar “neden bu haldeyiz” sorusunun cevabı yüzümüze hatta benliğimize çarpan cevaplarla karşı karşıya bıraktı bizi.Tefekkür bombardımanı kah zihnimizde ve gönlümüzde insana ve insanlığa dair türlü pencereler açtı, kah gördüklerimizin altında ezildik yeryüzünün hakkını veremeden gökyüzüne el açtığımız için.
Bu mahcubiyet deryası içinde “insan yanımızla” çırpınırken gördük ve anladık ki en büyük hastalığımız samimiyetsizliğimiz.
Evet, samimiyetsiziz her birimiz…
Alacağı diplomayı geleceğinin garanti belgesi zannedip tek rızık kapısı sandığı diplomasıyla hak ettiğine inandığı yere ulaşamayınca dünyası başına yıkılan öğrencimizden, peygamberlik mesleği olarak addettiğimiz kutsal bir mesleği dahi sırf çoluk çocuğunun nafakası olarak görüp bu mesleği sınıfta ders anlatmaktan ibaret bilen öğretmenimize; işin kutsiyetini ve “şifaya vesile olma” gibi yüce bir nasipdârlığı bir tarafa bırakıp hastasını ekmek kapısı gibi gören doktorumuzdan, suçlu olduğunu bildiği halde sırf kavuşmayı hayal ettiği dünyalık uğruna “adalet” kavramını göklere havale edip müvekkilini berat ettirmeyi başarı sayan avukatımıza; mahallenin berberi olmakla imamı olmak arasındaki farkı idrakten yoksun, toplumun karanlığına ışık saçması gerekenkanaat önderi imamımızdan; mesai saatini lak-lak’la doldurmayı marifet sayan memurumuza, mesaisinin içini lakaytlıkla boşaltan işçimize kadar marifetten nasipsiz, idrak yetimi algılarımızla cehenneme çeviriyoruz dünyayı ötelerde yazık ki cennet hayalleri kurarak.
Oysa ki iman ettiğimizi sandığımız değerler manzumesi insanı diğer yaratılmıştan farklı kılan unsurun kendi yapıp ettiklerinin hesabını üstlenebilmesi olduğunu haykırıyor. Bu nedenle olsa gerek ki dünya tarla, ahiret ise hasat yurdu. İnsanda dışa bakan mânânın idrakine erebilen nasipliler ise böylelikle kullara karşı güzel ahlâkla muamele etmeyi dünya tarlasına tohum olarak ekiyor, içe bakan mânâda ise Rabbine görünür olduğunu unutmadan kulluğuna devam edip ahiretteki hasada hazırlanıyor.
Bu gün gibi aşikâr gerçeklere ve iman iddiamıza karşılık tahammülsüzlüğümüz, halden anlamayışımız, hiç olduğumuzu fark edemeyişimiz, gözümüzdeki dal budak dururken karşımızdakinin gözünün çapağına uzattığımız parmağımız, sen diyemeyişimiz, birbirimize emanet edildiğimizin şuuruna eremeyişimiz, kibrimiz, riyamız, tamahımız, şehvetimiz, cimriliğimiz, kendimizi bir şey zannedişimiz, ben deyişimiz, benim deyişimizdahi samimiyetsizlikten hep.
Malımızdan, uykumuzdan, vaktimizden, sevdiğimiz değerli şeylerden vermeyi unutmamız; gönül almayı, dua almayı, dert almayı, yük almayı unutuşumuz; eğitimden kültüre, şehirden ahlâka, liyakatten mihenge, şahsiyetten üsluba kadar başımıza gelen tüm musibetlerin ana sebebi bile samimiyetsizliğimiz.
Kim bilir belki de bu yüzden iman ettiğimiz peygamberimizin mesajını anlamak ve bunlara tabi olmak konusundaki eksiklerimizi kapatmak için mabetlerimizin içini, dışını, kubbesi ve hatta duvarlarını en güzel şekilde süslüyor, altınlarla kaplama yoluna gidiyoruz. Şahitlik ve sahiplik edemediğimiz manevi güzellikleri başkalarına gösterip orda nefsimizi tatmin eden maddi güzellikleri arıyoruz belki de.
Evet, hepsi iman ağacının dallarında asılı, ama her biri sadece birer kuru yaprak, kokusuz çiçek, tatsız meyve... (Devam Edecek)