Suriçi’nde yıllar sonra, taşlarla döşeli perdede film izliyordu.
Yıllar sonra, hikayelerle nakşedilmiş duvarların sesini duyuyordu,
Ve yıllar sonra, duvarlardan kente yankılanan alkışlara katılıyordu.
Belki burası kent için sadece bir sinema değildi.
Belki de burası sinemaya sığmayan ağır filmlerin mekanıydı.
Bu taş mekana bakarken soruyordu.
Hangi sahne binlerce yıldır taşlara nakşedilmiş hikayelere yetebilirdi?
Ve hangi yönetmen bu yanık sahneleri çekebilirdi?
Bu gizemli kentin taş duvara yansıyan filminin başkahramanı yoktu.
Belki bu filmin kahramanları yasaklıydı.
Belki bu filme kahramanlar sığamıyordu.
Belki de bu filmin kahramanlarından biri kendisiydi
Filmin yasaklı adsız kahramanı lal taşların derdini mi anlatıyordu?
Sadece bir film mi izliyordu. Yoksa bir kentin ağıdını mı dinliyordu?
Bu kadar belirsizlik ve karmaşaya tanık olmak ona taş duvarlar kadar ağır geliyordu.
Senaryosu jenerikte yazılmıyordu. Sanki senaryosuz bir filmde sahneler onunla kuruluyordu.
Bir sahnesinde tek kolu ve aksayan ayaklarıyla taş evleri kuşatan tuğlaları yıkıyordu. Sanki avlulu taş evlerin ağır aksak kurtuluş mücadelesini veren bir gönüllüydü.
Bir sahnesinde mahalleyi yıkmaya gelen makinalara saldırıyor gibiydi. Ama biliyordu ki yel değirmenlerine saldıran Servantes’’in Donkişot’u kadar şanslı değildi.
Ve biliyordu ki taşlara kazılı efsanelerin gizemli serüvencilerinden biriydi. Onu yazacak bir Servantes başka bir coğrafya da ölmüştü. Bu Coğrafya’da onu yazanlar ise taşların gölgesine zincirlenmişti.
Sanki bir film izlemiyordu. Ve sanki kentin enkazı altında yarına kalan hayallerini tutmaya çalışıyordu.
Filmin bir sahnesinde enkaz altında yaralı bir güvercinin kanatlarına tutunmuştu. Güvercin kente çöken ablukaya aldırmayan kanatları ile, kent üzerinde çırpınıyordu. Belli şimdi firarileşen bir barış güverciniydi.
Yine filmin bir sahnesinde aşkını ilan etme suçuna hazırlanıyordu. Kuçelerin asi ama asil kırıxları toplanmış, onu yargılamış ve sevda acısına mahkum etmişti.
Çünkü bu taşların altında sevdalar saklanırdı. Ve onları korumak kuçe kırıklarının asil işiydi.
Film makarası hala dönüyordu. Arada eskisi gibi, ne yer gösteren ışıkçılar, ne gazoz satanlar, ne de çekirdekçiler vardı.
Belki bu yüzden bir sinemada olduğunu hissedemiyordu. Biliyordu o sinemalar artık enkazın unutulan tarafındaydı.
Böylece titreyiverdi. Salonun karanlığında büyüyen gözlerle göz göze geldi. . Ve bir anda salonla birlikte körleşti. Taş duvar üzerinde ki perde kayboluverdi. Artık her yer kap karanlıktı.
O anda yine kuçelerden büyük bir patlama sesi duyuldu. Kapalı gözlerle film yeniden başlıyordu.
Film başa sarmıştı ve o hala tuğlaları kaldıran bir kent amelesiydi.
Aynı sahneler yeniden başlıyor ve yeniden mutsuz sonla bitiyordu. Oysa eski salonlarda siyah beyaz sahnelerle, mutlu sonlara alıştırılmış bir nesle aitti.
Sadece gözleriyle yanık kadim taşlar üzerine yansıyan bir yaşamı anlamaya çalışıyordu
Film kadar bu taş duvarlı sinemanın yoldaşıydı.
Artık sahnede inci dişleriyle gülümseyen esmer kıvırcık saçlı çocuklar vardı. Yüzleri, kederleri gibi asi kokuyordu.
Doğrusu kendisinin bu geçmişin içinde yıkılmayanı, bir filmde arayan biri olmasıydı.
Dışarıda hala mutlu sonlar için dövüşenler vardı.
Ve bir film yeniden başlıyordu.