Yıllar sonra oldukça sessiz bir karşılaşmaydı onlarınkisi. Mevsimlik siyah elbiseleri içinde kaybolmuş sıska bedeniyle tahta bir sandalyede oturuyordu. Taş avlulu tarihi mekanda başkaca kimse yoktu.
Yavaşça ve titreyerek ona doğru yanaştı. Gözlerine derin derin baktı. Belki Dicle’ye vuran güneş gibi parlayan gözleri olmazsa tanıyamayacaktı.
Sessizce birazda çekinerek yanına oturdu. Asıl mesele onun kendisini tanıyamamasıydı. Çünkü bir yabancı gibi bakmıştı. Ne yerinden kalkmış, ne elini uzatmıştı. Öyle ya onları zalim duvarlar ayırdığında fidan gibi gençlerdi. Şimdi fazla kiloları , dökülmüş saçları, cam gözlükleriyle kendisini nasıl tanısındı.
Saatler geçti. Avluya kimsecikler gelmiyordu. İkisi de kentin dilsiz iki sakini gibi hala birbirine bakıyordu.
Belli ki bu taş avlulu mekanda sadece gözler konuşacaktı.
Sonunda ilk hamleyi o yaptı. Diliyle söyleyemese de kirpikleriyle “ kendini nasıl hissediyorsun arkadaşım?” diye sordu.
O da ak uzamış kirpikleriyle “ uykusuz bir rüyadaydım” diye yanıtladı.
Ona neden bunu sormuştu?
Karşısında otuz yıldan fazla on dokuz ayrı mahpushane de kalmış birine neler hissettiği sorulur muydu?
Belki de hala duygularını yitirmeyen birine sorulacak doğru bir soruydu.
Başını yanık taş duvarlı tarihi avluya çevirdi. Yıllarca konuştuğu duvara bakan altmışına dayanmış adam , elbette içinde çok şey saklıyordu.
Ve elbette yılları uykusuz geçirmesine sebep
olan olayları bir solukta anlatamazdı
Saatlerce suskun kaldıktan sonra başını duvarlardan kendisine çevirdi. Bilincindeki sesli duygularını , sessiz cümlelerle dudağından okuyabiliyordu.
“ onlar ki hep kudretli
onlar ki hep akçeli
ve onlar ki hep tahtalı
ama hep yancı
ama hep yalancı
ki hep kolladılar birbirini
fitne fesad derken
zalim kolcularıyla
kör bir sığınağa
attılar beni
ve duvarların ortasında
otuzundan sonra
pişmanım de diye
başıma okudular
zelzelece
çünkü yalnızsın
çünkü yaşlısın
çünkü hayalcisin
ve merhametin
zayıflatmış seni
iflah olmaz
bir fedakarcısın
ve sonra
suskun halime
dediler ki
hayatın uzun ve derin
rehbersiz dehlizlerinde
kal kaderince kal
düş keyfince düş
rüyalarınla sen
dediler zelzelece ...”
Elbette bu coğrafya da doğan herkes kendi olması karşılığında bir bedel öderdi. Ana onun bedeli fazlaca ağır olmuştu.
Gözlerine bakmaya çalıştı. Dudaklarından sessizce cümleler akıyordu. Çünkü sözlerini yanıtsız bırakamazdı.
“ama onlardan bir firari
fısıldadı duvara karşı
ve dedi ki sana
olsanda karanlık dehlizlerde
terket tüm sığınakları
bırakıver tüm kabusları
atıver tüm değnekleri
kırıver tüm prangaları
yine kendin ol
yine yalnız ol
tasasız ve minnetsiz
gelecekse üzerine
bezirgan düzenin dişlileri
bekle sen
onurlu geleceğin fedailerini
düş’ememişken
hala sen ..”
Bunu neden söylüyordu?
Duygudaşlık mı yapıyordu?
Yoksa propaganda mı?
Ama suskun adam onunla ilgilenmiyordu Ve yine duvarlara dönmüştü. Belli ki onu ciddiye almıyordu. Oysa konuşmak , kendini tanıtmak, eski anılarını anlatmak, beraber gülmek ve daha iyisi sarılmak istiyordu. Ama yapamıyordu.
Ve hala o duvarlarda ki biriyle konuşuyordu.
“ve sen
fani bir hayali
belki geçmişimin faili
belki geleceğimin meleği
bilmem neyimin nesi
diril diyorsun bana
kalbim kalmasın diye …”
Ve soğumuş çayı bırakarak masadan kaçıverdi. Çünkü yüzleşmesi gereken çok şey vardı. Belli ondan sonra dili çözülür , geri döner ve ona sarılırdı.
Adam hala duvardakiyle konuşuyordu.
“zaten duymuyor kimisi
vicdana tutsaklığımı
görmüyor kimisi
gönüllü esaretimi
bilmiyor kimisi
çukurda ki dost ihanetini
anlamıyor kimisi
gönüllü esaretimi
neden muhalifliğe
böyle vakfolduğumu
hayata gecikmişliğimi
düş’üyorken hala ben…”