Veysi Ülgen yazdı: ‘Uykusuz bir rüyadayım hala, diyordu

Veysi Ülgen yazdı: ‘Uykusuz bir rüyadayım hala, diyordu

Yıllar sonra oldukça sessiz bir karşılaşmaydı onlarınkisi. Mevsimlik siyah elbiseleri içinde kaybolmuş sıska bedeniyle tahta bir sandalyede oturuyordu. Taş avlulu tarihi mekanda başkaca kimse yoktu.

Yavaşça ve titreyerek ona doğru yanaştı. Gözlerine derin derin baktı. Belki Dicle’ye vuran güneş gibi parlayan gözleri olmazsa tanıyamayacaktı.

Sessizce birazda çekinerek yanına oturdu. Asıl mesele onun kendisini tanıyamamasıydı. Çünkü bir yabancı gibi bakmıştı. Ne yerinden kalkmış, ne elini uzatmıştı. Öyle ya onları zalim duvarlar ayırdığında fidan gibi gençlerdi. Şimdi fazla kiloları , dökülmüş saçları, cam gözlükleriyle kendisini nasıl tanısındı.

Saatler geçti. Avluya kimsecikler gelmiyordu. İkisi de kentin dilsiz iki sakini gibi hala birbirine bakıyordu.

Belli ki bu taş avlulu mekanda sadece gözler konuşacaktı.

Sonunda ilk hamleyi o yaptı. Diliyle söyleyemese de kirpikleriyle “ kendini nasıl hissediyorsun arkadaşım?” diye sordu.

O da ak uzamış kirpikleriyle “ uykusuz bir rüyadaydım” diye yanıtladı.

Ona neden bunu sormuştu?

Karşısında otuz yıldan fazla on dokuz ayrı mahpushane de kalmış birine neler hissettiği sorulur muydu?

Belki de hala duygularını yitirmeyen birine sorulacak doğru bir soruydu.

Başını yanık taş duvarlı tarihi avluya çevirdi. Yıllarca konuştuğu duvara bakan altmışına dayanmış adam , elbette içinde çok şey saklıyordu.

Ve elbette yılları uykusuz geçirmesine sebep

olan olayları bir solukta anlatamazdı

Saatlerce suskun kaldıktan sonra başını duvarlardan kendisine çevirdi. Bilincindeki sesli duygularını , sessiz cümlelerle dudağından okuyabiliyordu.

“ onlar ki hep kudretli

onlar ki hep akçeli

ve onlar ki hep tahtalı

ama hep yancı

ama hep yalancı

ki hep kolladılar birbirini

fitne fesad derken

zalim kolcularıyla

kör bir sığınağa

attılar beni

ve duvarların ortasında

otuzundan sonra

pişmanım de diye

başıma okudular

zelzelece

çünkü yalnızsın

çünkü yaşlısın

çünkü hayalcisin

ve merhametin

zayıflatmış seni

iflah olmaz

bir fedakarcısın

ve sonra

suskun halime

dediler ki

hayatın uzun ve derin

rehbersiz dehlizlerinde

kal kaderince kal

düş keyfince düş

rüyalarınla sen

dediler zelzelece ...”

Elbette bu coğrafya da doğan herkes kendi olması karşılığında bir bedel öderdi. Ana onun bedeli fazlaca ağır olmuştu.

Gözlerine bakmaya çalıştı. Dudaklarından sessizce cümleler akıyordu. Çünkü sözlerini yanıtsız bırakamazdı.

“ama onlardan bir firari

fısıldadı duvara karşı

ve dedi ki sana

olsanda karanlık dehlizlerde

terket tüm sığınakları

bırakıver tüm kabusları

atıver tüm değnekleri

kırıver tüm prangaları

yine kendin ol

yine yalnız ol

tasasız ve minnetsiz

gelecekse üzerine

bezirgan düzenin dişlileri

bekle sen

onurlu geleceğin fedailerini

düş’ememişken

hala sen ..”

Bunu neden söylüyordu?

Duygudaşlık mı yapıyordu?

Yoksa propaganda mı?

Ama suskun adam onunla ilgilenmiyordu Ve yine duvarlara dönmüştü. Belli ki onu ciddiye almıyordu. Oysa konuşmak , kendini tanıtmak, eski anılarını anlatmak, beraber gülmek ve daha iyisi sarılmak istiyordu. Ama yapamıyordu.

Ve hala o duvarlarda ki biriyle konuşuyordu.

“ve sen

fani bir hayali

belki geçmişimin faili

belki geleceğimin meleği

bilmem neyimin nesi

diril diyorsun bana

kalbim kalmasın diye …”

Ve soğumuş çayı bırakarak masadan kaçıverdi. Çünkü yüzleşmesi gereken çok şey vardı. Belli ondan sonra dili çözülür , geri döner ve ona sarılırdı.

Adam hala duvardakiyle konuşuyordu.

“zaten duymuyor kimisi

vicdana tutsaklığımı

görmüyor kimisi

gönüllü esaretimi

bilmiyor kimisi

çukurda ki dost ihanetini

anlamıyor kimisi

gönüllü esaretimi

neden muhalifliğe

böyle vakfolduğumu

hayata gecikmişliğimi

düş’üyorken hala ben…”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri