Veysi Ülgen​​​​​​​ yazdı; Cahil olma hafifliğiyle koşuyordu

Veysi Ülgen​​​​​​​ yazdı; Cahil olma hafifliğiyle koşuyordu

Başka bir ülkede, bilimsel bir program ortasına sıkıştırılmış, bir gezi takviminde aynı zamanda çevirmen olan rehber olmayınca geziden ne anlayabilirdi? Gördüğü manzaraların, dokunduğu tarihini hikayesini öğrenmeden, gezinin bir anlamı olabilir miydi?

Ama teknoloji deminde yaşıyordu ve telefonun çevir programı ile tercüman eksikliğini kısmen giderebilirdi. Öyle de yaptı. Ancak telefon çevirisinden memnun değildi. Çünkü duygularını anlayamayan bir cihaz, bir makine, anlamak istediğini nasıl diğer dile çevirebilirdi?

Bir televizyon programında bir sinema seslendirme sanatçısı ‘ekranda aktörün davranış ve duygularına göre seslendirme yapıyorum’ demişti.

O anda gezi katılımcılarından biri ‘ dil bilmemek insanı gerçekten cahil bırakıyor!’ deyince birden duruverdi.

Cahil’ deyişi onu geçmişinde yaşadığı bir dönemi anımsatmıştı. Gruptan geriye düştü ve o günleri yaşar gibi dalıverdi.

Yıllar önce mesleğe başlarken başka dil ile ilk defa karşılaşmış ve kendi dilinin yaşamın merkezinde olmadığını fark etmişti. Çünkü büyüdüğü, konuştuğu dilin tek olduğunu, başka bir iletişim dilinin olamayacağı öğretisi ile büyümüştü. Bu gerçeklikle bir meslek sahibi olmuştu. Sanki dünyada ki tüm insanlar bildiği dilde konuşuyordu. Öyle inanmıştı ve öyle inandırılmıştı.

Bir hekim olarak kuş uçumu bin kilometre öteden geliyordu. Şimdi sarı bozkırda, toprak damlı evlerin fazla olduğu büyük bit köyde, farklı bir dille konuşan bir toplum ile karşılaşıyordu. Şaşkındı ve çaresizdi. Dilin iletişimdeki başat rolünün farkına varıyordu. Kimseyle istediği gibi anlaşamıyordu.

Kızgındı, ama kime ve neden kızgındı, bilmiyordu. Çünkü burada anlamak ve anlaşılmak istiyordu. Ve bunun rahatsızlığı ile günlerini pekte sabırla çekemiyordu.

Elbette orta öğretimde ve lisede yabancı dil gerçekliği ile karşılaşmıştı. Ancak o dil sadece kitaplardaydı. Sanki var olmayan insanlar o dilleri konuşuyordu. Başka bir dil gerçekliğiyle canlı olarak burada karşılaşıyordu. Sanki burada bir yabancıydı. Ancak böyle oluşunu kabullenemiyordu. Çünkü buraya bir sınır olmadan, bir pasaport kontrolü olmadan, hiçbir engelle karşılaşmadan, sade bir vatandaş olarak şehirlerarası üçyüziki model bir otobüsle gelmişti.

Böyle geldiğine göre yabancı bir ülkede değildi. Belki onlar da yabancı değildi. Ama kendi aralarında anlamadığı bir dille konuşuyorlardı. Sonuçta bu geri bıraktırılmış köyümsü kasabada her açıdan, burada yaşayanlara yabancı kalışı gerçekliğiyle karşı karşıyaydı.

O gün yaşlı bir kadın yanında torunu olan genç bir kızla muayeneye gelmişti. Kadın elleriyle, göğsünü tutuyor, işaretlerle derdini anlatmaya çalışıyordu. Her zamanki refleksle, Ağrı ne zaman başladı’ diye konuşmaya başladı. Eğer kadın cevap verirse ‘ ne sıklıkla artıyor, nereye yayılıyor, hareketlerinizle ilişkisi var mı ‘ diye soruları ile öyküsünü almaya devam edecekti.

Ancak karşısında dilsiz bir kadın vardı. Bu defa diğerlerine yaptığı gibi kızmadı. Tek derdi onu anlamak ve tedavisini düzenleyebilmekti. Yanında az buçuk kendisini anlayan genç kıza döndü.

“Kadın kriz geçiriyor olabilir. Onun şehri hastanesine gitmesi lazım. Orada mutlaka dilini anlayacak biri vardır.”

Genç kız kadına döndü. Kadın biden sinirlendi. Konuşmaları içinde ‘ doxtor’ ve ‘ cahil ‘kelimeleri dikkatini çekmişti.

“Ne diyor bu?”

“Diyor ki bana burada bir ilaç versin. Şehirde de dilini bilmeyen cahil bir doktorla karşılaşırsa yine aynı durum yaşanacak.”

Bir an panikledi. Ve kıza sertçe baktı.

“Bu durumda ona göre ben dilini bilmediğim için cahilim… Bana göre de konuştuğum dili öğrenmediği için o cahildir.”

Herkesin ötekisini cahil gördüğü belki de haklı nedenleri olduğu bir coğrafyada hastalığa nasıl derman olacaktı?

Elbette iki cahilin diyaloğundan bir derman çıkamazdı. Kadını muayene edemeden ortalama bir ağrı kesici ile sempatik mimik kaslarıyla, karşılıklı cahilleşme restleşmesine girmeden, uzakları tarif ederek, giderse iyi olacağını kadına işaretlerle anlatmaya çalıştı. Ağrısının bir gerilim ağrısı olduğuna inanmak istiyordu. Altında ciddi bir hastalık çıkmama şansına sığınmak istiyordu.

Kadın ilaçlarını alıp giderken ‘yine de onu şehire götürmeye çalışın’ dedi. Eve gidip dinlenmeye çekildi. Ancak kadını unutamıyordu. Asıl cahil olma yargısına şaşırıyordu. Ona göre kadın, kadına göre de kendisi dil cahiliydi. İkisi de kendi doğallıklarını genel zannediyordu. İkisi de bundan sorumlu değildi. Ama sorunu yaşayanda ikisiydi.

Şimdi o kadının verdiği ilaçla geçmeyecek ağrılarını düşünüyordu.

Dil cahilliği ne demekti?

Herkes bildiği dil dışında yaşamaya mecbur muydu?

Anlamak ve anlaşılmak neydi?

Ne yapmalıydı?

Belki mecburi yıllarını geçiştirip buradan çekip gitmek ve unutmak yolunu seçmeliydi.

Belki de o kadın gibi dilini anlamadığı insanları anlamaya çalışmak için dillerini öğrenmeliydi.

Sonraki günlerde bilmediği dille iletişimi kolaylaştıracak bir anamnez kitabını aramıştı. Çünkü her cahillik önce kitapla aşılmaya çalışılıyordu. Okuma yazma bildiği için o yaşlı kadından daha şanslı sayılırdı.

Elbette bir kitapla her şey bitmiyordu. Yine de ne yapıp edip kendisinden sonra ki meslektaşlarına bir deneyim bırakabilmeliyim diye çabalamış, başını belaay sokmuştu.

Yıllar sonra başka bir ülke de hala cahil olabilmenin hafifliğiyle geride kaldığı arkadaşlarına doğru koşmaya başladı.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri