Modeline dikkat etmediği, motor gürültüsünden hayli yaşlı olduğu belli olan otomobil nerdeyse uçsuz bucaksız otlakların içinden sarsıla sarsıla yol alıyor. Meralarda bir başına otlayan sığırlar dışında nerdeyse canlı izine rastlanmıyor.
Bueno Aires’ten uzaklaşalı nerdeyse iki saat olmuş. Nereye gittikleri hakkında bilgisi yok. Sabah sormamış, onlarda söylememiş. Çünkü uluslararası ortak dil İngilizce ile konuşmak refakatçi ev sahiplerine ağır geliyor. Ve çünkü İngilizce onların Malvinas dedikleri Folkland işgalcisi, tarihlerinde düşman belledikleri, savaştıkları İngiltere’nin dili. Üstüne Latin Amerika’nın antiemperyalist duyarlılığı eklenince İngilizce konuşmak otomobildeki diğer üç solcu Arjantinliye gerçekten zor geliyor.
Ama başka da anlaşılacak bir dil yok. Kendisi de onları zorlamıyor. Birlikte gördükleri ve geçtikleri yerler ile ilgili öğrenmek istedikleri olsa da, merakını bastırıyor ve sorulardan özelikle kaçınıyor. Onlar açıklama yapmazsa kendisi susmayı tercih ediyor. Adeta sağır dilsiz gibi yanlarında geziyor. Arada mimikler ve dokunuşlar olmasa hiç iletişim olmayacak.
Zaten açıklamaları da iyi anlayamıyor. Çünkü iki tarafın da İngilizcesi farklı ve yetersiz. Normal bir İngiliz’in de belki anlayamayacağı bir İngilizce ile anlaşmaya çalışıyorlar.
Dikiz aynasından bir ara bu durumu sanki normal karşılayan garip yüzüyle karşılaşıyor.
Belki anadili yasak bir coğrafyadan geldiği içindir.
Belki de Arjantinli dostlarına güçlü görünme isteği var.
Ama anlaşılmamanın da ne kadar ciddi bir mesele önemli olduğunu bir kez daha iyi anlıyor. Ve asimilasyona bir kez daha lanet okuyor.
Nihayet arada iki katlı çoğu tek katlı evlerden oluşan bir yerleşim yeri görünüyor. Kendini toparlıyor. Sözlüğünü çıkarıyor.
“Nereye geldik?”
“La Plata denilen bir kente geldik.”
Burası daha çok bir köye benziyor. Tabii ki bunu kendi kendine söylüyor.
Buraya neden geldiler bilmiyor ve sormuyor. Nihayet çok katlı bir bina ile karşılaşıyorlar. Burası bir okul diye düşünürken bir üniversite kampüsü olduğunu anlıyor. Çünkü benzerleriyle Buenos Aires’te karşılaşmış.
Bahçede yine devrimci Che’nin, futbolcu Maradona’nın ve efsane kadın Eva Peron’un heykelleri var. Arjantin için sembol olan bu üç şahsiyete ait resim ve heykellere her yerde karşılaşıyor.
Ama en önemlisi bina girişinde resimlerin yer aldığı büyük bir afiş dikkatini çekiyor. Bunun ne olduğunu artık sormuyor. Çünkü biliyor, bunlar cunta döneminde kaçırılan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan insanlar.
“Bunlar bu üniversiteden kaçırılan öğretim görevlileri ve öğrenciler. Toplumsal hafızamızda kalsın, unutulmasın diye her yere asılıyor “ diyor kendisine refakat eden insan hakları savunucusu Pablo Habif.
Burada fazla durmuyorlar. Kent içinde ilerliyorlar. Bir duvarı yıkık evin önünde parkediyorlar. Pablo ona hüzünlü gözleriyle bakıyor ve anlatıyor.
“Burada insan hakları savunucusu bir gazeteci yaşıyordu. Yaptığı haberlerden cunta çok rahatsızdı. Defalarca tehdit edildi. Ancak o cuntayı rahatsız etmeye devam etti. Özelikle kayıplarla ilgili haberler yapıyordu. Bir sabah burada ailesiyle kahvaltı yapıyordu. Bir panzer bu sokağa girdi. Önce etrafa rasgele ateş açtı. Sonra top atışıyla gördüğün bu duvarı yıktı. Eşi ev çocukları yaralandı. Kendisi askerlerce yaralı halde götürüldü. Bir daha haber alınamadı. Bu gazetecilere ve insan hakları savunucularına verilen bir gözdağıydı. “
Yıkık duvarın ardındaki küçük bahçede bir limon ağacı vardı.
“Saldırı esnasında bu küçük bahçede onlar kahvaltı yapıyordu. O olaydan sonra kimse buraya yaklaşamadı. Cunta yıkılınca insan hakları savunucuları burayı bir müzeye dönüştürdüler. O esnada yeni filizlenen bir limon fidanını fark ettiler. Belki de o kahvaltıda dökülen çekirdeklerden biriydi. Ağacı da korumaya aldılar. Ağacın dili olsa anlatacağı çok şey vardır. Aslında buralarda limon olmaz. Ama bu ağaç onların anısına dimdik ayakta duruyor. Ve bize mesaj veriyor.”
Kendi coğrafyasından altı meridyen ötede, ekvatorun güney tarafında, Atlas Okyanusunun diğer tarafında, uzak bir kıtada aslında bildik bir hak ihlaline daha tanık oluyordu.
Ve coğrafya kader midir sorusunu akla getiriyordu. Burada gördüğü kaderinin yaşadığı coğrafyayla alakalı olmadığıydı. Sömürünün, sınıfsal ve ulusal çelişkinin olduğu her coğrafya da benzer hak ihlalleri yaşanıyordu.
Ama burada bu kader şimdilik değişmiş gibi görünüyordu. Çünkü böyle olaylar şimdi yaşanmıyordu. Yaşanmaması için de epey çaba harcanıyordu.
Belki bu coğrafya da böyle olaylar sürekli değildi ve tekrar etmiyordu.
Belki de kendi coğrafyasında aynı şeyler sürekli yaşandığı ve yaşatıldığı için ‘coğrafya kader’ deniliyordu.
Ve limon ağacı onu duygulandırmadan bırakmayacaktı.
“…belki kader’inden
düş’tüler, birer biner
belki de keder’lerini
düş’lediler, birer biner
faili meçhul gezegenin
coğrafya dedikleri
uzak ama tutsak
isimsiz topraklarında
sarhoş değildiler
belki azcık limoniydiler
ama birer biner sanıktılar
zaman, fazlasıyla ekşi
ölüler, fazlasıyla hayali
diriler, fazlasıyla sarılı
ve o coğrafya
fazlasıyla kanlı canlıydı
sonra onlar
geride kalacak canların
özgürlüğü için düş’tüler
birer, yüzer, biner… ”