Uzun zaman sonra şehirlerarası bir yolculuğa başlarken farketti.
Nedendir ayrılığın hüznünü eskisi gibi yaşayamıyordu. Etrafında bunu yaşayanlara da tanık olmuyordu. O anda telefonda çalan ‘ayrılık vakti’ adlı melodiye eşlik eden sözler, bugüne dair duygulara eşlik etmiyordu.
Evet çok insan birbirinden hızlıca ayrılıyordu . Ama hiçbiri ayrılığın eski hüznünü hissedemiyordu. Yurtdışına bile gitseler ayrılık o şarkılara yazılan, şiirlere tema olan hasrete dönüşemiyordu.
Oysa şarkılar ve şiirler hasretsiz ne yapardı?
Demek ki ayrılığa dair ters giden bir şeyler vardı.
Belki teknolojik iletişim sosyal medya ayağı ile ayrılığın hüznünü bitirmişti. Çünkü ayrılığın her anı görüntülü konuşmalarla hızlıca ve serice paylaşılıyor ve tüketiliyordu.
Ne biriken bir anı, ne de eksik kalan bir duygu vardı.
Belki de insanlar ayrılığı unutmuştu.
Ve belki de ayrılığa alışılmıştı.
Birazdan varacağı şehirlerarası terminal, eski zamanlarda ayrılığın hüznünü, sıkıca sarılmalar ve gözyaşlarıyla derinden yaşatırdı.
Şimdi diğerleri gibi vedasız bir yolculuğa çıkıyordu.
Geçerken dikkatini çeken, şimdi yerinde beton blokların yükseldiği eski Seyrantepe Otogarı, ona heyecanlı karşılamaları ve hüzünlü ayrılıkları hatırlatıyordu.
Hızla eskimiş yeni otogardan Şubat yağmuru altında bir Çukurova yolculuğuna daha çıkıyordu. Otogarda ne birbirini kucaklayanlar, ne gözyaşı dökenler , ne el sallayanlar vardı.
Ama cep telefonuyla koşarak otobüse binenler ve koltuğa yapışır yapışmaz yine cep telefonuna dalanlar vardı.
Otobüs aralıklı yağış altında Çukurova’ya doğru yol alıyorken, üstüne buruk bir hüzün kadar ağır bir hasret çökmüştü.
Çukurova’yı ilk Yaşar Kemal’in İnce Memed romanıyla tanımıştı. Sonrasında defalarca yolu Çukurovayla kesişmişti.
Ama Çukurova’nın hüznünü çocukluğunu birlikte yaşadığı Mehmet Emin kadar bilemezdi. Onunla Çukurova’da veda anını şimdi gibi hissediyordu.
O kıvırcık saçlı, güleç yüzlü , çevik, fidan gibi genç onu yıllar önce , yine yağmurlu bir Şubat gününde Çukurova otogarından yolculamıştı.
Sıkı sıkıya sarılan bedenler bir sonraki buluşmayı karşılamak içindi. Vedalaşmak o an için asla kabullenecek bir şey değildi.
Belki gözlerine baksa anlayacaktı.
Çünkü bir daha karşılaşmayacaklardı.
Melul dağından akan nehrin eteklerinden Çukurova’ya geleli daha üç yıl olmamıştı. Ama burada hayat üç yüzyıl gibi ona uzun gelmişti.
Belki alışamamıştı.
Belki de alışmak istememişti.
Ve belki de düşleri yaylalarında bir zamanlar çobanlık yaptığı Melul’un karlı vadilerinde kalmıştı. Gidip o düşlerini almalıydı. Ve oradan düşleri alıp, adını bilmediği karlı zirvelerin hikaye yazan korunaklarında yazmalıydı.
O son ayrılık , sonsuz ayrılığa dönüşeceğini bilemezdi. Bilseydi , onu durdurabilir miydi?
Biliyordu, o düşler varken onu kimse durduramayacaktı.
Ve bir daha kimse haber alamayacaktı.
Ne bir fotoğraf albümümde yer alacaktı.
Ne bir defterde adına rastlanılacaktı.
Ne de sohbetlerde ismi anılacaktı.
O artık kayıp zamanların , kayıp hayallerin , kayıp hikayelerin ve kayıp hayatların kimliksiz bir failiydi.
Elbette geriye onca kayıp hikayeler bırakmıştı. Ama bu hikayeyi okumaya ne zaman cesaret edebileceklerdi.
Şimdi ondan kendisine kalan, bir şehirlerarası otobüs yolculuğunun kayıp hasretiydi.