Her zamankinden daha sıcak geçen bir Mart sabahıyla uyandı. Uzun zaman böyle rüyasız ve kabussuz uyanmamıştı. Oldukça tanıdık bir duyguyla kollarını pencereye doğru açtı. Evet, gerçekten çok uzun bir zaman sonra eskiden kalma bir bahar hoşluğuyla uyanmıştı.
Bu duygu onu eskisi gibi kırlara doğru kışkırtıyordu. Ama eve hapsedilmiş haliyle kırlara nasıl koşacaktı?
Gözlerini kapattı. Bir ses ona
‘ayakların tutsak olabilir ama gözlerin asla’ diyordu.
Belki binanın üst katlarından birinde olduğu için kırları ve ardındaki dağları görebilirdi.
Belki de gözlerini kapatıp Mart ayını duvarın ardındakiler gibi hayallerle karşılayabilirdi.
Üstüne kalın bir hırka aldı. Dışarıdan gelen esintiye karşı balkona çıktı. Gözlerini açıp açıp kapattı. İçine modern kentin kirliliğiyle oksitlenmiş havayı çekti. Hava tanıdık bir Mart sabahına göre oldukça sıcaktı. Öyle ki alnı terlemeye başlamıştı.
Balkonun en kuzeyinden dağlara baktı. Zirveler azıcık beyaz olsa da dağlar güneşin etkisiyle mavimsiydi. Bu dağlar çocukluğunun Mayıs sonları dağlarını hatırlatıyordu. Haziran başında dağların zirvesi beyaz iken etekleri o zamanlar böyle mavimsi görünürdü.
Demek ki çeyrek asırlık zaman iki ay bahardan çalmıştı.
Zaman hırsızı bu sorumlular kimlerdi?
Şimdi baharı nerede karşılıyorlardı?
Bahardan iki ay çalmanın cezasını mı çekiyorlardı?
Yoksa başka bir coğrafya da sırça köşklerinde çocukluğunun çalınan Mart ayını mı yaşıyorlardı?
Hatırlıyordu, çocukken Mart ayında dağlar mavi beyaz bulutlardan gözle pek seçilemezdi. Dağlar ancak Mayıs ayında beyaz zirveleriyle gözlere merhaba derdi.
Mart ile önce şiddetli yağmur yağar, arada güneş açar ve karlar erimeye başlardı. Karlar eriyince önce kardelenler açardı. Sonra çiğdemler derken en son papatyalar açardı. Islak yüksek otlar içinde çekinmeden yürürlerdi. Çünkü yılanlar güllerin açıldığı Mayıs’ta doğaya çıkardı. Zaten o zamanlar Mayıs otların biçilmeye başlandığı, bağın ve ağaçların çapalandığı bir aydı.
Eskidendi tabii ki bunlar, şimdi Mayıs kuraklığıyla artık yaz aylarına sayılıyordu.
Güneş yükselince, alnından yüzüne inen terlerle hapis mekanına geri döndü. Masada ki takvime baktı. Ayın onaltısındaki bir katliam için
‘Unutma, unutturma’ diye yazıyordu.
Takvimde ne çok katliam anması ve ne çok kahramanlık günü vardı!
Doğanın rengarenk, kuşların cıvıldadığı, hayvanların ürediği, nehirlerin kabardığı, Newroz’un kutlandığı Mart ayında ne çok Kürt öldürülmüştü. Dünyada doğanın yeniden doğduğu baharın ilk ayında bu kadar ölen başka bir halk var mıydı diye kendine sordu. Masada ki bir gazete bu soruya cevap olarak aylardır süren ve Mart ayına sarkan Gazze’de ki kitlesel Filistinli ölümler diye yazıyordu.
En çok ölen iki halk olsalar da, birbirine en uzak olmayı da becerebilmelerine hala alışmamıştı.
Ortadoğu’da devletsiz ve katliamlara açık iki halk bugün birbirinden bu kadar ayrıksa bu sömürgecilerin mi bir başarısıydı?
Yoksa kendine hain geleneğin bir sonucu muydu?
Yasaklı olmadığı zamanlarda Avrupa’da tanıştığı Filistinli meslektaşını hatırlıyordu. Kendisini inkar etmede sanki sömürgecilerle yarışıyordu. Ve Avrupalı meslektaşlarının bu tartışma için sırıtan yüzlerini unutamıyordu. Bu yüzden onunla tartışmaktan vazgeçmiş ve inadına Filistinli kardeşini sıkıca sarmıştı.
Şimdi Gazze’de ki kardeşlerini kucaklayamamanın hıncıyla masada ki takvimi yırtıp yeniden balkona çıktı.
Dışarıda hala Mart çocuklarının son sözlerini bekliyor gibiydi. Güneşle dumanlanmış dağlara uzun uzun baktı. Eskiden bu mevsimde gökyüzünün böyle berrak olduğu günlerde dağlar bembeyaz görünürdü. Şimdi o dağlar bir şeyler saklıyor gibiydi. Belki bu yüzden mavimsiydi, ve belki de bu yüzden gizemliydi.
Şimdi duvarların ardında dağları düşleyenler için hala doğanın döngüsü geçerliydi.
Yani Mart eski Mart, Mayıs eski Mayıs, hayaller eski hayallerdi. Çünkü doğa insanlı, insansız her yıl Newroz’u kutluyordu.
Geriye yaslanıp doğanın baharın kurtuluşunu düşlerken, şimdilik kaleminden dökülen dizelerden başka bir tesellisinin olmadığını biliyordu.
Ve yine Mart ayının ne kendisine, ne de onu hapsedenlere aldırmadığını çok iyi biliyordu.
Ve bir Mart günü daha akşamlıyordu. Ve de bir Newroz daha gün sayıyordu.
O bir Mart hüznüne tutsaktı, aslında.