Gözlerini açtığında kırlaşmış saçlarıyla karşısındaydı. O kendine has gülüşü olmasa eski arkadaşı Çeto’yu tanıyamayacaktı. Aslında maceralı bir hayatı olan arkadaşıyla böyle karşılaşmayı da ummamıştı. Belki yirmi yıldan fazladır onula hiç karşılaşmamıştı.
Böyle yaralandığını kimlerden duymuştu? Acaba nasıl yaralandığını da biliyor muydu?
En son mezuniyet sonrası bir Ankara yolculuğunda, Gürün tesislerinde bir otobüs molasında karşılaşmışlardı. Ama bu kısa, yüzeysel ve heyecansız bir karşılaşma olmuştu.
Çünkü asıl kopuşu öğrenci evinden yurda gidişiyle başlamıştı. Kendisi Melik Ahmet Caddesi’nin Mardin Kapı’ya bakan tarafında, Behrampaşa Camisi’nin yanında avlulu tarihi bir evde ailesiyle yaşıyordu. O ise Melik Ahmet’in diğer tarafında, İskender Paşa Camisi’nin yanında avlulu bir evde kirada oturuyordu.
İkisi de fakülteye birlikte başlamışlardı. İkisi de esmer ve ikisi de yoksuldu. Çeto bir gün sinemada kavga edenleri ayırırken yaralandığı için kendisi gibi aksayarak fakülteye gelmişti.
Evet, çocukken bir ihmal dolayısıyla bir ayağı aksıyordu. Bir kaç gün beraber yürümüşlerdi. O iyileşmiş ama birlikte yürümeye devam etmişlerdi. Sınıfta kendisine en yakın olarak onu seçmişti. Kısa sürede iki iyi arkadaş olmuşlardı.
Çeto’nun öğrenci evini çok seviyordu. Finallere orada birlikte çalışırlardı. Dinlenmek için surların etrafı ve Dağkapı alanı onlara yetiyordu. Durağın karşısında Balaban Lokantası’nın altında bodrum katta bir daire kadar genişlikte Kaya Kıraathanesine iner tavla oynarlardı. Bazen iki sokak ötede Baron Kıraathanesinde, orada her daim bekleyen daimi müşterilerle nezere oynarlardı. Bazen de ikisi yalnız oynardı. Yemekleri bazen İnönü Caddesi üzerindeki paçacıda, bazen seyyar ciğercilerde ekmek arası kebapla doyarlardı. Sonra kadayıfçı Alto Dayı’da yenilen kadayıfın tadına doyulmazdı. Birayı akşamları Sevenler Birahanesi’nde karşılıksız meçhul aşklarının şerefine içerlerdi. Sarhoş olurlarsa surları boydan boya yürürler ama asla düşmezlerdi.
Mayıs sıcakları başlayınca Kaya Kırarthanesi yerini sur dibindeki Diyarbakır Çay Bahçesi, bazen de Güven Çay Bahçesi alırdı. Oraları ikisi için bir kütüphane gibiydi. Sinema saati gelince toplumsal film mi erotik film mi tartışmasıyla film izlemeyi kaçırırlar, evin yolunu tutarlardı. Ama Urfakapı’dan Turistik Cadde’ye inerken, Yılmaz Güney’in yasaklı filmlerinin gösterildiği kıraathaneyi de unutmazlardı.
Ortak zevklerinden biri Cimbom ve Fener maçlarını birlikte seyretmekti. Kendisi koyu Fener’li, Çeto ise koyu Cimbom’luydu. Maç içinde birbirlerini hafif kızdırsalar da, maç bitince her şey biterdi. Birlikte yine ders çalışırlardı.
Sonra arkadaşı evden çıkıp, yurda yerleşti. Derslerin yoğunluğu, artan pahalılık, evin dağınıklığı derken mecburen yurdun yolunu tutmuştu. Onun yurda gidişiyle arkadaşlığın tılsımı da bozulmuştu. Yurttaki olaylardan etkilenen arkadaşı siyasi tarafını keşfediyordu. Birlikteyken siyaset konuşurlardı ama öncelikleri öğrencilikti. Ama öğrencilik artık arkadaşı Çeto’nun önceliği değildi. Ve artık yeni arkadaşları vardı. Eskisi gibi okulda da görüşemiyorlardı. Bir sınav sonrası yakasından tutuverdi.
“Bak Çeto sen benim kardeşimsin. Benimle konuşmuyorsun. Görüyorum okulu da asıyorsun. Siyaset senin işin değil…”
“Şeref sen gel bizim kahvaltılıklara bak. Yiyebiliyorsan mesele yok. Gel yatağımda yat. Yatabiliyorsan mesele yok. Her gece müdür polisle gelip dolabımı arama bahanesiyle kırıyor. Yurda her girişimde potansiyel suçlu muamelesi görüyorum. Onlara göre yurda bilinçli gelmişim. İlçeden gelsem de buralıymışım ve onlara göre yurda gelmemin siyasi bir amacı varmış.”
Evet, doğru söylüyordu. Yurda gitmeseydi belki bu kadar hızlı politikleşmeyecekti. Sonraki günlerde onu hiç görmedi. Uzun bir süre okula gelmeyince cezaevinde olduğunu öğrenecek, bunun için çok üzülecekti. Arkadaşlığı değişen kentle, değişen önceliklerle birlikte bitmişti. Ama hiç bir zaman o günlerini unutamayacaktı.
Şimdi hastane odasında onu izliyordu.
“Nasıl yaralandığımı biliyor musun?”
“Hayır. Bizim eski kuçeler de gezerken ortak tanıdıklar yaralandığını söyledi.”
“Hatırlar mısın seninle eskiden birlikte ne güzel Fener Cim bom maçlarını izlerdik.”
“Evet. Sen koyu bir Fenerliydin. O zamanlar ben de Cimbom’luydum.”
“Artık maçları seninle hoşgörüyle izlediğimiz gibi birlikte izleyemiyoruz. Senin gibi Cimbom’lu bir arkadaşla maç seyrederken sert tartıştık. Sonra küfürleştik. Çıkmak istedim. Çünkü ikimizin de yumrukları sıkılıydı. Ama kapıyı kapatmıştı. Balkona çıktım. Villadır balkon yüksek değildir diye düşündüm. Kafamda hoştu. Balkon dibinde demirler varmış. Üstüne düşmüşüm. Ve buradayım. Sen yıllardır hak aramak için katıldığın onca eylemde belki böyle yaralanmadın. Ben ise bir hiç uğruna yaralandım .”
”Çünkü hoşgörü kalmadı. Çünkü birbirimize tahammül edemiyoruz. Belki de birbirimize düşmanlaştık. Bir maç buna bahane oldu.”
Ve o safi gülüşüyle “geçmiş olsun, takma fazla, iyileşeceksin. Biz gelecek güzel günleri düşünelim Şeref kardeşim” dedi
“Gelecek güzel günler olacak mı Çeto!”
“Elbette olacak.”
Arkadaşı telefonu bırakıp tekrar kuçelere dönünce yaşadığı meselenin sadece maç seyretmek olmadığını çok iyi biliyordu.
Asıl mesele güçlü olanın güçsüze hoşgörüsüzlüğü aşılamasıydı. İyileştikten sonra eski mahallesine gidecek ve orada bıraktığı hoşgörüyü yeniden kazanmaya çabalayacaktı.