Kentin çeperinde yükselen apartmanlar, sakinlerini oldukça heyecanlandırmıştı. Beyaz kireçleriyle ve kırmızı balkonlarıyla yüksek binalar göz kamaştırıyordu. Sıra sıra dizilen apartmanların ötesinde uzanan çiçekli buğday tarlaları henüz yeni bir hayatı müjdeliyor gibiydi.
Apartmanlar kentin adı hem zulme hem de isyana çıkmış cezaevinin kuzey duvarlarının hemen ötesinde olması sakinlerini hüzünlendirse de, yeni kentte yaşamanın heyecanı galebe çalıyordu.
Sol köşede kerestelerin istiflendiği alana yöre sakinleri direkhane adını vermişti. Kavak yüklü kamyonlar bir bir ardına gelir yük indiriyordu. Yanıbaşında ilkbaharda çağlayan derenin sesi balkonlarda kaçak çaylı sohbetlere karışıyordu.
Babası Suriçinde bakkal işletiyordu. Kent büyüdükçe ve apartman cazibesi üste çıkınca bakkaliyesini buraya taşımıştı.
Ama hiç Türkçe bilmediği için dükkanda fazla durmuyor, soluğu kuçelerde ki çay ocaklarında alıyordu. Bu yüzden bakkallık ona kalmıştı. Liseyi bitirmiş ancak üniversiteyi kazanamamıştı. Artık onsekizinde delikanlı biriydi ve babasına göre evlenme yaşındaydı.
Komşusu kendileri gibi bakkal olan Xalê Hemze hergün ona sakın görücü usulü Ile evlenme diyordu. Torunlarım var hala karımın bedenini tanımıyorum diye komik ama dram olan evlilik hayatını anlatırdı.
Ve o hayalinde ki gün gelip çatmıştı. Onunla bakkala tuz almaya gelirken karşılaşmıştı. Ve yüreği o an, eşarp altında sarkan kıvırcık kumral saçları, ela gözleri ve kırmızı elbiseyle süslenen selvi boyuna vurulmuştu. Birkaç gün tekrar gelir diye umutlanmıştı.
O bir daha gelmese de, pencereden alışveriş sepeti bakkala inivermişti. Diğerleri gibi bağırmamış, çizgili bir kağıda tanıştıkları günü hatırlatarak isteklerini yazmıştı.
Neden o günü hatırlatmıştı?
Bunu çarpan kalbiyle düşünürken, çizgili kağıda o anda teypten çalan dönemin meşhur türkülerinden “ceylan dağlar maralı “diye çiziktirivermişti. Onca türkü varken neden ceylanlı bir türkü seçmişti. Belki ceylan gözleri, belki de ceylan masumiyetiydi, ona bunu yazdıran.
Ama oldukça heyecanlı ve bir o kadar tedirgindi. Ertesi günü sepette kağıda yazılan “gündüz hayalimde, gece düşümdesin “ dizeleri onu bir aşkın taşkını yapmıştı.
Elbette ikisi de şair değildi. Ama duygularına tercüman olacak onlarca şair tanıyorlardı.
Şiirler sepete sığmıyordu. Bir gün kalbi, ayaklarına ona gün ortasında bir koşu dördüncü kata fırla demişti. Ama kapıdan dönüşü bir yıldızın düşüşü gibiydi. Onunla karşılaşma heyecanı, karşılaşmama ihtimali ve dahası red edilme tedirginliğine yenilmişti.
Günler geçti. Ve sepet nedensiz inmemeye başladı. Bir gün dayanamadı. Merdivenleri koştu soluksuz. Ve sanki geleceğini biliyormuş gibi o tüm muhteşemliğiyle kapıdaydı.
Zangır zangır titriyordu. Yanaklarına konan bir buse onu hayalindeki aleme atıvermişti.
Çarpan yüreğiyle kendine geldiğinde kapı kapalıydı. Uykusuz gecenin sabahında inen sepette “bir efsaneydi senle buluşmamız “ ‘diyordu.
Bir kaç gün sonra yine sepette “bir veda busesi zamanıdır” diye kahredici mektubunu aldı titreyerek. Evet, onunla gerçekten vedalaşıyordu. Çünkü o selvi boylu kız evlenip Mersin’e gidecekti.
Hangi ara nişanlanmıştı?
Kime aşık olmuştu?
Evlenmek için neden kendisini seçmemişti?
Sonuçta kapıda ikisi de ağlıyordu. Busenin yerini gözyaşları almıştı. Artık yapacak bir şey yoktu. Aşkı sepette ki buruşuk kağıtlarda kalmıştı. O sadece bir bakkaldı ve Xalê Hemze gibi görücü usulüyle evlenmek zorundaydı.
Ve yollar sonra, şimdi depremde ağır hasar alan o binanın yıkılışını izliyordu.
Altta kalan eski zamanın heyecanla yapılan hasarlı binanın enkazı mıydı?
Yoksa şimdiki zamanın heyecansız hasarlı aşklarının enkazı mıydı?
Eskiden uzaktan ama sahici aşklar vardı.
Şimdi ise iç içe, oldukça yakın sahiciliği hızlıca tüketilen aşklar vardı.
Artık mektuplar yoktu. Belki edebiyatta yoktu.
Ama bu bezirganlık zamanında çıplak bedenlerde haraç mezat satılan aşkları yazan kitaplar vardı.
Ve birçokları gibi yazdıklarında, satılan bedenlerle, tüketilen cinsellikle, yalanla dolanla, küresel ticari ısınmayla buz gibi eriyen sevdaların kahrı okunuyordu.