Acaba aşka ihanet mi ediyordu?
Acaba aşk mı ona ihanet ediyordu?
Evet, aşk onun için uzaktan ve temassız olduğu sürece aşktı. Ona öyle öğretilmişti. Bu yüzden o nehir gözlü, ateş saçlı, Hevsel yeşili entarisiyle kalbine yıldırım gibi düşen kadınla tanıştıktan beri yakınlaşmaktan kaçıyordu.
Ona kalsa mektup dahi yazmayacaktı. Dayanamayarak yazdığı ilk mektubun yerine kadın telefon mesajıyla yanıt vermişti. Bu devirde mektupların yerini telefon mesajları almıştı. Böylece ‘mektupları kime vereceğim, ya kaybolursa, bana niye mektup göndermiyor, göndermişse neden bana ulaşmıyor’ gibi meraklara ve heyecanlara gerek kalmıyordu.
Biliyordu, aslında böylece aşkın büyüsü sarsılıyordu. Yine de uzun süredir mesajlaşıyorlardı. O şimdilik halinden memnundu. Ancak o nehir gözlü halinden memnun olmamış ki görüşmek istemişti.
Gerçekten ona temas etmekten korkuyordu. Çünkü bu aşk bitmesin istiyordu. Çünkü Mem u Zin, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi aşklar kavuşamadığı için büyük aşklardı. Kavuşupta ihanete sürüklenen Gul û Sinem aşkının akibetini yaşamak istemezdi.
Ama arkadaşları buluşmasını istiyordu. Onlara göre bu aşk melankoliye, saplantıya, bunalıma doğru gidiyordu. Ve depresif bir toplumda bu aşk onu heder edebilirdi. Buluşmaya uzunca direnirken zamanın gerçeği ona kısmen boyun eğdiriyordu.
Ve bir Haziran günü nehir kenarında kurulu eski bir kır bahçesinde buluştular. Tahta masalar eskiydi ve birbirine benzemiyordu. Oturmak için masaların içinde en uzun olanı seçtiler. Kadın buluşmaya ondan daha iyi bir kıyafetle gelmişti. O ise tıraşsız, dağınık ve günlük iş kıyafetleriyle gelmişti.
Ve uzunca masada kısa süren buluşma onun istediği gibi gidiyordu. Kendi durumları dışında her şeyi konuşmuşlar, memleketin nasıl kurtulacağına dair engin fikrilerini paylaşmışlardı.
Artık onu eve bırakma meselesi vardı.
“Benim sizinle buluştuğumu kimsenin bilmesini istemiyorum ”diyen kadına elinin sırtına, elini hafifçe vurarak, “Sen merak etme, asla kimse bilmeyecek!” demesiyle bir büyüyü dağıttığının frakında değildi.
Kadın ayrıldıktan kısa bir süre sonra attığı mesajı büyük bir hayal kırıklığıyla okudu.
“Elime dokundun. Senin amacın başkaymış” diye yazmıştı. Artık kadının profilinde resmi görünmüyordu. Ve verdiği yanıt okunmamıştı. Eskiden olsa ‘ver mektuplarımı, al mektuplarını’ diyecekken şimdilik kural telefondan basitçe engellemekti.
Bir yandan eline eliyle gayri ihtiyari teması masumane görünüyordu. Öte yandan o dokunuştan heyecanlanmıştı. Kendini çok farklı hissetmişti. Belki de bu kendi arzularının ortaya çıkardığı bir davranıştı. Demek ki o nehir gözlü de bir şeyler hissetmişti ki tepki göstermişti.
İşte o bundan sonrasını istemiyordu. Ve işte bütün bir gece aşk, masum duygular, uzaklık, arzular döngüsüne sıkışmıştı.
Evet, kendisi de bir insandı ve aşk ötekiler gibi mutlu sona ermeliydi. Belki kendi öğretisi yanlıştı. Belki de kutsal aşk dedikleri şairlerin bir yalanıydı.
Bu fikirlerle kendisini eski kentin kuçelerine bıraktı. Bu zamanda onu dağıtacak bir meyhane açık değildi. Onunla konuşacak kimseler güne taze bir enerjiyle başlamak için derin uykudaydı. Şafak yaklaşıyordu. Kendini bir günahkar gibi hissediyordu. Kafasını kuçelerin yanık taşlarına vurası vardı. Bu karmaşıklık ile dağınık adımlarla kuçelerde yürürken bir anda bir kilise kapısıyla yüz yüze geldi. Müslüman biri olduğu halde kilise kapısından hemen uzaklaşmadı. Ve kilise kapısındayken birden aklına günah çıkarma ve bakire Meryem öğretisi geldi. Buraya kadar gelmişken ‘Meryem ile konuşmalıyım’ diye düşündü. Taş duvarları ayıran büyükçe kapıya bir kaç kez sertçe vurdu. Nasılsa kimse açmaz diye düşünüyorken kapı birden açıldı. Uykusuz olduğu şişkin gözlerinden anlaşılan adam ona şaşkın şaşkın bakıyordu.
“Kusura kalma, uykum kaçtı. Kiliseyi gezebilir miyim?”
Adam hiçbir şey demeden kapıyı dışa doğru kapattı ve muhtemelen uyumaya gitti. Ömründe ilk defa bir kiliseye geliyordu. Kiliseyi gezmeye başladı. Ve tavana yakın Meryem’in resmine uzun uzun bakarak konuşmaya başladı.
"Ey Meryem! Sana kutsal bakire diyorlar. Bilmiyorum niye diyorlar. Elbette benim gibi bir hikayen vardır.
Ey Meryem! Ben de kutsal bir aşkın nehrine düşmek üzereyim. Sen de tahmin edersin, o nehirde benimle aşkın şarabını içecek biri bekliyor. Gidersem dokunacağım ve kutsal aşkımı öldürmüş olacağım. Ve ötekiler gibi beni asla affetmeyeceksin.
Ey Meryem’! Bu nehrin yolcularını hiç sevmiyorum. Bana diyorlar ki gitmelisin. Sen gitmesen de o zamansız sevgilin nehrin dalgalarına kapılacak diyorlar. Ve de diyorlar ki o nehre sen dal olmalısın. Ama ben ona dokunmak istemiyorum. Ne olur beni o nehre gönderme. Beni cinselliğin azabına karsı koru. Arzulara, çıkara, nefse karşı koru."
Meryem ile konuşurken adamın arkasında onu dinlediğini fark etti. Adama aldırmadı.
“ Belki sen de ötekiler gibi aşkın cinselliğe giden nehrine kendini salıverdin. Sonra o nehir seni de bir yerlere savurdu. Paramparça olarak nehirden çıkabildin. Haz ve acı sarmalında erkeklerden nefret etmeyi öğrendin ve öğrettin. Belki de sana iftira atıyorum. Sen kutsal aşkın simgelerinden birisin. Affet beni. Sizlere kızgınlığım aşkı kutsallaştırmanızdır. Bu gece çok acı çekiyorum, ey Meryem…”
Ve kiliseden hızlıca çıktı. Sanki kuçelere yeniden karanlık çöküyordu. Birden gök gürledi, fırtına koptu. Ve hızlıca fırtınaya kapıldı. Kendini bir anda o bildik nehrin yanında buluverdi. Nehrin karşısında o ateş saçlı büyüyen gözleriyle kendisine bakıyordu. Fırtınayla nehrin dalgaları da hızlıca yükseliyordu. Birden o dalgaların üzerinde ateş saçlarıyla kadının kaybolduğunu fark etti. Aman tanrım dedi. O boğulacak ve onu ancak ben kurtarabilirim diyerek nehire atladı ve onu elinin sırtından yakaladı.
Kan ter içinde uyanırken güneşin ışıkları, günü yarılamak üzereydi. Cep telefonundan o nehir gözlü ‘merhaba’ diye yazmıştı. Demek ki telefon engelini kaldırmıştı.
Aşkı devrim gibi sanıyordu. Oysa devrim temas etmeden, ter dökmeden, acı çekmeden ilerlemiyordu. Aşk ise teması kaldırmıyordu. Ama ikisi de kendini öldürmeyi iyi beceriyordu.