Hayatının telefona bağlı olduğunu, 2 günlük telefon ayrılığı sonrası işine son verilmesiyle anlıyordu. Çıktığı kısa gezide zaten eskimiş telefonu iptal olmuştu. Toplumla diyaloğu kopmuştu. Ve en önemlisi akıllı telefonuyla yürüyen iş bağlantıları aksamıştı.
Ve bu durum patronun hoşuna gitmemişti. Çünkü lavaboya bile telefonla gidin, sürekli şarj halinde olun diye uyarılar yapıyordu. Böyle telefonsuz bir işçisi olamazdı.
İşine derhal son verilince bu defa tamir edilmiş telefonu kendisi kasten kapattı. Ve 2 gün sonra telefonu açtığında hiç arayanının olmadığını fark etti. Demek ki iş olmayınca telefon da işe yaramıyordu. Kimsenin ona işide düşmemişti. Kimse onu özel olarak merak etmemişti. Modern kentin hapis evlerinde kaderiyle baş başaydı.
Evde günler sonra fark edilen gazeteci abisini hatırladı. Bir ömür aydın sorumluluğunda objektif haber peşinde koşmuştu. Muhalif gazeteler de karın tokluğuna çalışmış sonra mesleğinin bittiğini görünce işsiz kalmıştı. Başka bir işi de becerememişti. Emekli olamamıştı. En son kitap yazacağım diye eve kapanmış, günler sonra evde yalnız başına öldüğü fark edilmişti. Ölümün keskin kokusu olmasaydı kimse onu fark etmeyecekti.
Demek ki onu telefonla arayan olmamıştı. Belki telefonu arızalıydı. Belki de telefonu hiç yoktu. Telefon artık hayat arkadaşından öte bir yerdeydi.
Halbuki akıllı telefonlar öncesi insanlar birbirinden daha haberdardı. Telefondan öte dayanışma duygusu vardı. Adresler ezbere bilinirdi. Herkesin mutlak sürekli takıldığı mekanlar vardı. Bakkallar, kahveciler, manavlar aynı zamanda haberleşme işi yapıyordu. Birine haber bırakmak ya da birini bulmak zor değildi.
İlk telefon görüşmesini, ilkokul da okul müdürünün odasında şehirde tedavi için götürülen annesiyle yapmıştı. Sınıfta sürekli ağlayınca okul müdürü ona acımış, kendi makam telefonuna hastaneyi aratmıştı.
Böylece ilk telefon konuşmasını annesiyle yapmıştı. Ve bu yüzden hala her telefon ahizesini kaldırdığında Kürtçe konuşmaya başlıyordu.
Şimdi olsa çocukta muhtemel akıllı telefon sayesinde zaten an be an annesinden haberdar olacaktı. Ara da izlediği maç ve kısa filmler konuşmanın bonusuydu. Kesin olan şey eski bir okul müdürü gibi dayanışma ihtiyacının kalmadığıydı.
O masaüstü telefonlar da artık kullanılmıyordu. Modern kentin evleri internet ağlarıyla örülürken telefon kabloları sırra kadem basmıştı. Sürekli internet şebekeleriyle kavga halindeydi.
Artık akıllı telefonlar vardı. Ama gençliği jeton hikayeleriyle doluydu. Çift Kapı yakınında Hindi Baba türbesinin karşısında büyük postane jeton kabineleri onu iyi tanıyordu. Attığı jetonu geri alıp tekrar konuşmanın birçok yöntemi vardı. Hiçbir şey konuştuktan sonra telefon gövdesini yumruklamak kadar eğlenceli değildi. Askerdeyken nişanlısıyla otuzlu jeton konuşmaları onu hala heyecanlandırıyordu.
Sonra telefon kartları çıktı. Hiçbir zaman onlara ısınamadı. Jetonlar hikayeleriyle yavaş yavaş tarih oluyordu. Tıpkı teyp kasetleri gibi yerini teknolojiye bırakıyordu.
Onu bu telefon hikayesine sürükleyen neydi?
Çünkü sabah heyecanla beklediği arkadaşı gelmemişti. Onunla tek iletişimi telefondu. Belki telefonu bozulmuştu. Başkaca bir iletişimi yoktu. Neden telefon dışında bir alternatife yönelmemişti, bilmiyordu.
Sıkıntıdan telefonda çektiği resimlere baktı. Telefon saklama alanı dolu diye uyarı yazısını gördü. Resimleri seçip silmesi gerekiyordu. Binin üzerinde resmi nasıl ayırt edecekti. Bu kadar resim ne diye çekilmişti. Oysa eskiden albümler elli resmi bulmazdı.
Şimdi hangi resimleri silecekti?
Yaşamında hangisi anı, hangisi iş, hangisi eğlencelikti. Ve hangisi sanatsaldı?
Resimler de güzel çıkmıştı. Esasen eskiden iyi resim çekerdi. Ama akıllı telefon onu fotoğrafçılığını da bitirmişti. Telefon çok kolay resim çekiyor ve o anda resimleri seçme özgürlüğü tanıyordu. Resimleri banyo yapma derdi de yoktu.
Eski makinalarda fotoğraflar bir bilgi birikimiyle, bir tecrübeyle, bir sanat titizliğiyle çekilirdi. Akıllı telefonlarda buna ihtiyaç yoktu. Öyle sanat titizliği, birikim tecrübeye gerek yoktu.
En son fotoğraf makinası ne markaydı, hatırlamıyordu. Gerçekten şimdi elindeki telefona, fotoğrafçılıktan uzaklaştırdığı için çok kızıyordu.
Yıllar önce Zenit marka fotoğraf makinesiyle güzel fotoğraflar çekerdi. Onların banyosunu da yapardı. Bir gün arkadaşın evine gitmişti. O zamanlar herkes arkadaşının evinde kalabiliyordu. Otel kültürünün ve bireyselliğin henüz gelişmediği dönemde herkes evlerde rahatlıkla kalabiliyordu. Bir kenet gittiğinde tanıdık evlerin ayrıntılı adresi alınır hatta krokisi çizilirdi.
Ertesi gün eve hırsız girmiş evde sadece kendi fotoğraf makinası çalınmıştı. Hırsız evde tek değerli eşya olarak makinayı görmüştü.
Şimdi makinalar yerine telefonlar var. Fotoğraf makinaları da dijital teknolojide üretiliyor.
Arkadaştan hala haber yok. Muhtemelen gelmeyecek. Ya başına kötü bir şey geldiyse! Umarım telefon numaramı ezbere biliyor diyordu.
Ya kendisi onun telefonunu ezbere biliyor muydu? Kendini çok zorladı. Hayır bilmiyordu. Telefon hayatlarını kolaylaştırayım diye onları tembelleştiriyordu.
Saatler geçti. Merak yerini endişeye, kaygıya bırakmıştı. Ama yapacağı hiçbir şey yoktu. Esasen bir telefona bağlı ilişkinin hiçbir kıymeti yoktu. Muhtemelen telefonun da bir sorun vardı ve kendisine başka türlü ulaşamıyordu.
Pencereye çıktı. Bir atılım yapmalıydı. Hayatın da yeniliğe ihtiyacı vardı. Ama bu en yenilerini atmakla başlayacaktı.
Ve telefonu oldukça uzak bir yere fırlatıverdi.
En iyisi gidip güzel bir fotoğraf makinası almak ve fotoğrafçılığa yeniden başlamaktı.
Ve bir anda kapı çalındı.
Gelen oydu.
“Merhaba. Çantamı gaspettiler. Onlara gücüm yetmedi. Böylece seninle iletişimin koptu. Ama seni bulmaya kararlıydım, Çünkü sana söz vermiştim. Ve sözü yerine arzusu seni bulduruverdi.
“Merhaba, hala sözün kadrini bilen güzel insan!”