Yaz sıcağına rağmen bu eski mezarlıkta insanı ferahlatan güzel bir esinti vardı. Rüzgar sadece insanı serinletmiyordu. Adeta insanın ruhuyla konuşuyordu. Bu manevi alanda insanın hiç ayrılası yoktu.
Koca ağaçların gölgesinde mezar yapanlar oldukça neşeli ve yavaş çalışıyorlardı. Eski köy mezarlıklarında hep huzur aldığı yerlerdi.
Maalesef koca ağaçların altında yapılan beton üzeri mermer ya da taşlı mezarlar manzarayı bozmakla kalmıyor, bu ruhani ortamı da darbeliyordu. Onlar olmasa bu eski mezarlık sanki daha bir huzurlu olacaktı.
Kentlerin betonlaşması mezarları da betonlaştırıyordu. Ağaç gölgesinde çalışan işçileri seyrederken, bir kez daha anlıyordu. Para yaşayanlar kadar ölenleri de, yakınların üzerinden de olsa etkiliyordu.
Belki şaşalı mezarlar arasında yakınlarına ait mezarların kaybolmaması için önemliydi.
Belki de ölümden sonra kişileri hatırlatmak için gerekiyordu.
Her iki durumda da ölenlerin yakınları uzun yıllara dayanıklı mezarlar inşa etmek ihtiyacı hissediyordu. Ve de inşaat sektörüne katkı sunuyordu. Çünkü ölenlerin inancı gereği için bile olsa mezar için bir bütçe ayırmak gerekiyordu. .
Yakında tahliye olacak olan amcası ‘memlekete gelince ilk olarak anemin mezarını ziyaret edeceğim’ diye yazmıştı. Otuz yıl sonra tahliye olunca annesiyle beraber babasının da mezarını ziyaret edecekti. Babası o daha dışarıdayken ölmüştü. Ama o mezar nerdeyse kaybolmuştu. Toprak çökmüş, taşlar çalınmıştı. Ne de olsa aradan otuz beş yıl geçmişti.
Amcası otuz yıl sonra tahliye oluyordu.
Ne yapıp ne edip, kendi dışında diğer torunlarının bilmediği, büyükbaba ve büyükannesinin mezarlarını yapmalıydı. Gerçekten onlara ait toprak mezarlar kimi mermer, kimi bazalt hatta kimisi anıt görünümlü mezarlar arasında kaybolmuştu. Dedesinin mezarını beş yıl önce vefat eden babasından biliyordu. Nenesinin mezarı daha yeniydi ve daha belirgindi.
Serin rüzgâr huzur vermeye devam ediyordu. Yemek arası veren mezar ustası
“ Ne huzurlu bir yer. Ben mezarlıkları çok seviyorum. Hep burada kalmak istiyorum. Zaten geleceğim yer burası” diyordu. Ve büyük mezarları göstererek, “Bu durumda biz para kazanıyoruz. Ama memnun değilim. Keşke tüm mezarlar yeri belli ve standart olsa daha iyi olacaktı.” diye ekliyordu.
“Ne yapalım usta. Biz de mecbur kaldık. Ama gördüğün gibi diğerlerinden daha sade yaptık. Maksat bir akrabamız gelsin, bir fatiha okusun, dua etsin. ”
“Evet, inancımızda şatafatlı mezarlara, türbelere, ziyaretlere yer yoktur. Ama kimse inanca bakmıyor. Birbirini örnek alıyor. Bize de iş düşüyor.”
Amcası önümüzde ki hafta tahliye olacaktı. İşte mütevazı davrandığı mezarlar da hazırdı. Artık sadece amcası değil başka bir akrabasının da gelip dua edebilecek belki de sohbet edebilecekti.
Ama mezarın bir kaç gün sulanması gerekiyordu. İl dışından geliyordu, yolculuk günü gelip çatmıştı. Arada rüzgâr da esse bu sıcak havalarda en az üç gün betonun sulanması gerekiyordu. Su aldıkları kadın yaşlıydı. Yapamazdı.
Ne yapacağım diye düşünürken orta yaşlı, sakallı, şalvarlı, gülücüklü bir adam onlara yaklaştı.
“Selaymün aleyküm. Kolay gelsin. Bana çimento lazım. Sizinkinden alabilir miyim?”
“Tabii ki. İşimiz bitti. Hepsini alabilirsin. “
Adam el arabasıyla fazla çimentoyu el arabasına doldurdu. Sonra geri geldi. “Mezarları kim sulayacak genç?”
“Sen sulasan Allah rızası için.”
“Sularım.”
Çok isteksiz bir cevap almıştı. Belki para istiyordu. Ama para vermek konusunda tereddütlüydü.
“Hakkın neyse vereceğim.”
“Ne demek. Ben sevabına yaparım.”
Bu cümlesini de isteksizce söylemişti. Biliyordu ki adam bu işi ücretsiz yapmayacaktı. Kapitalizmin yasaları burada da geçerliydi. Adamın gelip gelmeyeceğinin bir bağlayıcılığı da yoktu. Üstünde büyük para olan iki yüz kâğıt vardı. Birde yüzlük vardı. Yüz az, iki yüz fazla olur diye, yüz elli lirada karar kıldı. İki yüz kâğıdı bozmaya karar verdi.
Mezarlığa yakın bir bakkaliyeye girdi. Önce bakkala dikkat etmedi.
“Abiciğim bana bunu iki yüzlük yapar mısın?”
“Tabii ki yaparım.”
Adam eliyle tezgâhta bir şeyler aradı. Sonra elleriyle bir cüzdan kavradı. Onu açtı ve bir deste para çıkardı. İçinden iki tane yüzlük çıkarıp verdi. Cüzdanda başka paralar da vardı. Garip davranışı dikkatini çekince adamı dikkatlice inceledi. Adam kördü. Ama elleriyle parayı ayırt edebiliyordu.
Bu bir yetenek mi yoksa paranın gücü müydü? Gerçek olan görenleri esir alan para, kendisini körlere de tanıtmayı biliyordu. Çocukluğunda mahalleli, kör dayı da paraları iyi tanıyordu. Ona verilen yardımları paraya dönüştürüyor, parayı iyi saklıyor, isteyene faizle veriyordu. Alırken parayı iyi tanıdığı için kimse onu kandıramıyordu. Hafız adama neden böyle davranıyorsun dediklerinde, “Böyle yapmazsam bir dilenciden farkım kalmaz. Para bana değil ben paraya hükmedeceğim” demişti.
Aslında paranın kendisini yönettiğinin farkında değildi ki para kazanma hırsı nedeniyle kör haliyle kısa bir hapis hayatı olacaktı.
Anılarından sıyrılarak mezarlığa geldi. Adama yüz elli lira verdi. Ertesi gün adamın mezarları sulamadığını öğrenince iznini bozmak zorunda kalacaktı. Nedense adama da hiç kızamıyordu.
Nihayet amcası otuz sene sonra tahliye oldu. Mezarları birlikte ziyaret ettikten sonra durdu.
“Amca seninle bir oyun oynayacağım.”
“Ne oyunu?”
“Şimdi gözlerini kapa. Eline kâğıt paralar tutuşturacağım. Bakalım tanıyabilecek misin?”
Gözlerini kapatan amcasına biri yüz diğeri iki yüz lira sıkıştırdı. Amcası elleriyle paraları kontrol etti.
“Biri diğerinden sanki daha büyük ama çıkaramadım. Yıllardır paraya el sürmedim.”
“O halde hoş geldin sen paralı dünyamıza amca!” dedi sırıtarak
“Evet, boş geldim yeğenim!” dedi gülerek.