Veysi Ülgen yazdı: Ve o yağmur yağacaktı

Sinemanın, sanatın insanlık tarihiyle ilişkisinde yedinci sırayı aldığını biliyordu. Bu yüzden günün sonunda mutlaka bir film izlemeye çalışırdı.

Sinemanın, sanatın insanlık tarihiyle ilişkisinde yedinci sırayı aldığını biliyordu. Bu yüzden günün sonunda mutlaka bir film izlemeye çalışırdı.

‘Herkes toprağa, ben suya gömülürüm' adlı belgesel filmi izlerken, sanatın insanoğlunun yaptıklarını şematize ederek hatırlatan bir işlevi olduğunu, bir kez daha görüyordu.

‘Sanat sanat içindir’ ve ‘sanat toplum içindir’ tartışmasının ortak sonucu, insanın yaptıklarını kırmadan özetleyip yeniden tasarlayarak sunabilmesiydi.

Ama belgeseli izledikten sonra salondan kırgın olarak ayrılıyordu. Ve bu kırgınlık onu Dicle’nin kuzey doğu kaynaklarına götürüyordu.

Varlığını korumaya çalışan eski bir bağ dışında yeşile dair bir alan nerdeyse kalmamıştı. Manzara bir filme sığamayacak kadar dağınıktı. Dağdan gelen sular bile insan teknolojisiyle gasp edilmişti. Dinamoların birbiri ardına dizildiği nehir filmlerdeki çöl vadisi gibiydi.

Hava gözlere serap indirecek kadar sıcaktı. Keşke ‘gördüklerim bir serap olsa’ diye kendine sitem ediyordu.

Nehir yatakları, kurumuş böğürtlen dikenleriyle kaplanmıştı. Taşların kenarında balık iskeletleri göze çarpıyordu. Karşılaştığı az sayıda ki kentköylü heyecanla yapımı süren barajdan bahsediyordu. Ama ‘bağınız suların dışında kalıyor’ diye üzüntülerini bildiriyorlardı

Onlardan anladığı ve gördüğü kuzey tarafın Dicle barajları serisinin sonuna geliniyordu. Böylece uygarlık tarihinde verimli hilal olarak tanımlanan bölgenin en doğusundaki Dicle ardışık barajlarla değişik bir konuma gelecekti. Dicle artık eksitilen suyuyla baraj memurlarının kararlarına göre akacaktı. Şairin dediği gibi özgürce akmayacaktı.

Bağın karşı tarafında hızlı bir betonlaşma çabası dikkat çekiyordu. Bir makine gidiyor, bir makine geliyordu. Oluşan toz bulutu güneşi engelliyordu. Kendi kendine ‘Hangi yağmur bu toz bulutunu dağıtacak?’ diyordu. Bu havada bırakalım film bir resim bile çekilemezdi.

Ağaç ve sulu tarla hileleriyle kamulaştırma adı altında alınan paralar yeni ağaç katliamlarına yol açıyordu. Bir kısım barajcı parazadeler ağaçları kökten söküyor, yerine gururla uzun çatılı boyalı beton evler yapıyordu.

Soranlara muhtemelen ‘biz aldığımız parayı batıya götürmüyoruz' diyorlardı.

Ne garipti tapu kayıtların da hala ormanlık sayılan arazide yapılan evlere kimse müdahale etmiyordu. Çünkü insanoğlu kurumlarıyla beraber ormana ihtiyacının olmadığını düşünüyordu.

Belki orman onlar için ciddi bir düşmandı.

Belki de ormansız bir dünyanın yaratıklarıydı.

Ve insanoğlu orman denilen düşmanına karşı zafer üstüne zafer kazanıyordu. İzlediği filmi düşünüyordu. Anlatılan sadece kendi otuz yıllık hikayesi değildi. Anlatılan sadece sular altında kalan insanın tarihine ait eserler de değildi. Anlatılan aslında kısmen doğaya açılan savaşın zaferiydi.

Aşırı sıcakta gözlerini zor tutuyordu. Belki hiçbir şey görmek istemiyordu. Kapalı gözleriyle bir filmde anlatılamayanı izliyordu. Kendisinin otuz yılda hala anlatamadığı çok şey vardı.

Belki herkes ona sağır olmak istemişti.
Belki de dili gelecek tehlikeyi anlatmaya yetmemişti.
Ve belki de bu yüzden yazıyordu.

Sonuçta durdurulamayan bir doğa katliamı vardı. Demek ki yazmak yetmiyordu. Ama nehrin, ağaçların, kuşların, yılanların, kaplumbağaların hüznünü mutlak anlatabilmeliydi.

Anlatabilseydi, uyarabilseydi şimdi burada balıkların göçünün filmini yapacaktı. Hatırlamıştı, bu zamanlar balıkların göç mevsimiydi. Halkın ‘benî’ dediği yöre nehrine özgü balıklar soğukların başlamasıyla dağlardan sürü halinde güneye, daha sıcak ovalara göç ederdi. Baharda ise sıcakların başlamasıyla güneyden, kuzey dağlarına göç ederdi. Balıklar göçerken, şimdi yolunu şaşırır şimdi taşlık araziye dönüşen bahçelere girerdi. Elbette göçlere kuşlar da eşlik ederdi

Artık bu filmi çekemezdi. Çünkü balıklar göç edemiyordu. Çünkü barajlar göç yollarını kesmişti. Zaten göç edecek balıklar da kalmamıştı. Geride kalan ve yaşatılmaya çalışılan teknoloji balıklarıydı.

Ama sonbahar yol almaya devam ediyordu. Eylül’den sonra Ekim ayı da gidiyordu. Yanmış üzüm salkımlarıyla bağın içinden kurumuş nehrin yamaçlarını izliyordu. Sonbahar bir hasad mevsimiyse, şimdi bu çorak bağda neyin hasadını yapacaktı. Üzümün suyunu ilaçlar mı, sıcaklar mı, hastalık mı kurutmuştu. Enflasyonla artan fiyatlara rağmen bağı düzenli olarak ilaçlamıştı. Belki ilaçlama insanoğlunun meçhul amaçlar için doğada yarattığı kimyasal zehirlenmeleri artırmıştı. Savaş yorgunu toprak zehirini atmaya çalışıyordu.

Bağın etrafında ki az sayıda dağ meyvesi sanki bilinmez bir yastaydı. Ayvanın sarısını, narın kırmızısını, armudun kırmızı tarafını tanıyamıyordu. Ve onları tatmaya cesaret edemiyordu. İçi boş bademler kabuklarıyla dallarda sallanıyordu. Ne bir ağaçkakan ne bir karga ağaçlara konmuyordu. Muhtemelen kendisi gibi aç ve şaşkın nehire bakıyorlardı

Belki insan eliyle yaratılan küresel iklim değişikliğiydi.

Belki de toplumun değiştirilen ihtiyaçlarıydı.

Her şeye rağmen, bir kaç ısrarcı adamla, en yüksek sesiyle, en sivri yazısıyla, en sanatsal filmiyle nehrin hikayesini anlatacaklardı.

Elbette barajlar da aşılırdı. Her şey şiddetli bir sele bağlıydı. Umutluydu, o seli yaratacak yağmur mutlaka yağacaktı.

Toprak yeni bir doğayı yaratacak kadar güçlüydü.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri