Oldukça sıcak geçen bir günün sonunda yine adaşı ve arkadaşı Mustafa’yla kenti yana yanık terk etmişti. Kuçeler de hatıraların sıcaklığı içini, temmuz sıcağından daha çok ısıtmıştı.
Ancak kenti terk edince yaz sıcağını fark ediyordu. Sonuçta kentin eski sakinlerinin yaptığı gibi, bir kez daha, kendini yanık kara taşların serinliğinden, modern betonların yakıcılığına atıyordu. Ve bir kez daha örnek olmayı başaramamıştı.
Aslında örnek olmaya mecbur muydu, bilmiyordu!
Kara beden taşlarından ayrıldıktan sonra, fiziksel bedeninden daha ötesi ruhu yanıyordu.
Belki bunu söndürecek bir serinliği aramıştı. Belki de bunun için yıllar sonra kente gitmişti.
Bazılarının dediği gibi gerçekten kent değişmiş miydi?
Yine başka bazılarının dediği gibi hala yıkılış sürecinde miydi?
Kentin sıcağından bunlara yanıt bulamıyordu.
Bir şey vardı ki, beton kentin sokaklarına daldığın da sanki yeni kentle birlikte kavruluyordu. Elbette bu kentte daha sıcak günler yaşamıştı.
O halde Coğrafyanın sıcağına alışkın biri olarak, sıcaklığı neden bu kadar dert ediyordu?
Yoksa ruhunun sıcaklığına mı teslim olmuştu. Yâda bazıları gibi küresel ısınma diye, kentselden öte küresel mi düşünüyordu?
Belki susuz kuşlara, belki de kuruyacak ağaçlara acıyordu.
Ve bir gerçek daha vardı ki yanmaktan çok korkuyordu. Elbette bu Coğrafya’da yanma ile ilgili çok şey öğrenmişti? Fakat bu çocukluğunun günahları için cehennemde yanma öğretisinden öte bir şeydi.
Çünkü bir kaç defa yanmakla ve yakılmakla karşı karşıya kalmıştı. Ve birçok insanın yanmasına ve yakılmasına tanık olmuştu.
Bazıları kaza veya cinayetle alakalıyken bazıları özgürlük adına yanmışlardı?
Özgür olmak adına kendini yakmak hangi bir duygunun eseriydi?
Elbette Coğrafya’nın merak etmediği bu soruya kendi de cevap bulamazdı. Çünkü burada yanmaktan ölmeye de alışılmıştı.
Çocukken meşe odunuyla ısıtılan sular da banyo yaparlardı. Ve banyo ile oda arasında oldukça soğuk bir mesafe vardı. Banyodan odaya yarı çıplak geçişte donma riskiyle karşı karşıya olan çocuklar odada odun sobası yanında yer açılırdı. Ve o çocuklar donmamak için sobaya tutunur ve sonra yanarlardı. Hepsinin gövdesin de yanık izi vardı.
Evet, bu coğrafya da donmamak için yanmak gerekiyordu. Öyle ki ağıtlar da yanık kokuyordu
Bazılar da özgürlük adına yanmak istiyordu. Nazım Hikmet Usta gençlik şiirlerinden birinde
“Ben diyorum ki ona
Kül olayım kerem gibi yana yana
Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ diye yazarken elbette yanmayı bedel ödeme olarak anlatmak istemişti. Ama birileri bunu yanmak olarak algılıyordu.
Aslında hayatında Nazım’ı hiç tanımayanlar yanmaya fazlasıyla içli dışlıydı.
Çocuklar, köy kavgalarında karşılıklı bağ, bahçe ve samanlık yangınlarına tanıktı. Bir dönemin çocukları köylerin de her şeylerininin yanmalarına tanık olmuştu. Bazısı babasının yanmasına dahi tanıklık etmişti.
Ve hepsi o acıları Nazım gibi de mısralara dökememişlerdi.
Ve belki de yakılmanın adaletini görmeden ölüyorlardı.
Ama onlar başkalarını asla yakmak istememişlerdi. Çünkü yanmanın ve yakılmanın ne demek olduğunu en çok onlar biliyordu.
Belki bu yüzden ‘yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek ‘ şiirinin şairi Adnan Yücel Usta onlar için ‘ateşin ve güneşin çoçukları ‘demişti
“Ateşin ve güneşin ölümsüz çocukları
Uyanmıştır kırık yıllık uykulardan
Başka dillerden de olsa
Geleceğin rengini tanımıştır kitaplardan
Görmüştür kaç bin yıllık dilsiz olduğunu
Karlı karlı dağlarda selsiz olduğunu
İşleyen topraklarda elsiz olduğunu
Esen rüzgarlarda yelsiz olduğunu
Okuyup anlamıştır incece…”
Ve aslında ‘yaşamıştır yana yana bu çocuklar ‘diye şiire ek yaparken, acaba ateş sadece güneşte mi kalsaydı diye düşünürken, adlında ateşin icadına sitem ediyor gibiydi.
Soğuk su ile serinlerken adaşının mesajı gözüne çarptı.
“ Sen de bu kent gibi değiş “.
“Ama ben kentle birlikte yanmak istemiyorum. Ve hiç bir yangını artık görmek istemiyorum.”
Güneş elbette karanlığı aydınlatıyordu. Ve elbette yaşamın kaynağıydı. Ama keşke ateş sadece güneşte kalsaydı diyordu.
Ve artık hiçbir şey yanmasın istiyordu.