İdeallerimizin ve düşüncelerimizin, geleceğin yüzüne işlenmesini istiyorsak, onu bugünden bilim ve sanata, kültür ve edebiyata mal ederek kurumların içinden yeşertmek zorundayız Çünkü bugün bilim ve sanata giren, yarın hayata girecektir.
Bilim yuvası hüviyetiyle faaliyet gösteren üniversitelere öğrenci olarak girip oraya devam ettiğinizde ve ders gördüğünüzde, hocalarınızın davranış ve düşünce dünyalarını pek anlayamazsınız. Ancak usta, kalfa ve çırak şeklinde derecelendirilen basamakların en alt basamağından başlayarak göreve başladığınızda ve asistan olarak çalıştığınızda, bu kurumda nelerin olup bittiğini çok açık bir şekilde görmeye başlıyor ve olaylara tanıklık ediyorsunuz.
Derler ki, müstesna yaradılışta olan şairler, geleceği bugüne çeken insanlardır ve bizden birkaç yüzyıl ileride yürüyenlerdir. Peki, üniversitedeki profesörlerimiz, hayatın neresindedirler? İnsan, bilim ve aksiyonla varlığını kanıtlar. Ağını örmek örümceğin bir eylemi ise, en üstün bir varlık olduğunu kanıtlayacak bir anıtı, içinden ve dışından yükseltmek de insanın aksiyonudur. Özellikle bilim ve sana adamlarının…
Puslu Şato denilen bu kurumda yaşananları dile getirdiğimizde, olup bitenlerin anlatılmasından ötürü, sevinenler olduğu gibi, rahatsız olanlar da vardır. Rahatsız olanların görüşü: "Bu yaşananların ve olup bitenlerin geçmişte kaldığını, bunları dile getirmenin bir fayda sağlayamayacağı tezinden ibarettir. Bu tezlerinde bir haklılık payı var mıdır acaba?... Geçmişi bilmeden ve geçmişte yaşananları anlamadan geleceği anlamak mümkün olmadığı gibi geleceği hangi temeller üzerinde bina edeceğiz?
Kürsüye çıkmanın biraz da sahneye çıkmaya benzediğini görmüştüm üniversite hayatımda. Aktör ve oyuncu ilişkisi gibi… Gerçi asistan olduğum dönemde, bu kürsüye çok fazla çıkamadım kıskançlık nedeniyle. Asistanlığım sırasında şunu anladım ki, ya iyi bir oyuncu gibi inandırıcı olacaksınız, öğrenciler, seni benimseyecekler, ya da sana inanmayıp reddedecekler.
Ders verme esnasında, önemli olan sevginin devreye girmesidir. Eğer öğrencilerin seni sevmezse ve sen de onları sevmezsen, onlara bir şeyler anlatmanın ve öğretmenim yolu yoktur ve olamaz da...
Üniversite denilen galakside yaşananları anlatmanın gereksiz olduğuna inananlar, orada olup bitenlerin bir sır olduğunu, dolayısıyla sırrı ifşa etmenin bir yararının olamayacağını ileri sürüyorlar. Tıpkı Devlet sırrı gibi...
Hocaların hocası Profesör Doktor Süreyya Beyzadeoğlu devlet sırrıyla ilgili çok ilginç bir anekdot anlatmıştı bana... Bir zamanlar Cumhurbaşkanlığını yapan asker kökenli Cevdet Suna'ya vatandaşın biri "öküz" diye hakaret ettiğinden kendisine dava açılır. Duruşma esnasında hâkim, bu kişiye sarf ettiği sözden dolayı otuz iki yıl hapis cezası vermek ister.
Sanık, itiraz edince ve Cumhurbaşkanlığına hakaretin cezasını iki yıl olduğunu, otuz yılın fazla olduğunu iddia edince, hâkim devletin sırrını ifşa etmenin cezasının otuz yıl olduğunu, dolaysıyla Cumhurbaşkanlığı hakaretiyle birlikte otuz iki yıllık cezayı vermek zorunda kaldığını söyler.
Devlet sırrı işte böyle bir şey... Fakat bizim anlattıklarımız ve üniversite denilen galakside yaşananları dile getirmemiz, devlet sırrı olmasa gerek... Tüm bunlar ve anlatılanlar, gelecek kuşakların, üniversite hocalarının yaşamı, neden güzelleştiremediklerini ve zenginleştirmediklerini anlamaları içindir…
Kaldı ki, insanları uzaktan tanımak belki kolaydır. Fakat onları kendi gözünüzle yakından görünce daha iyi anlıyor ve olup bitenlerin nelerden ibaret olduğunu bizzat yaşayarak tanıma fırsatını elde ediyorsunuz. yani eski deyimiyle "İlme'l-yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l-yakin" misali, (Bilmek, görmek ve bizzat yaşamak)
Bizim anlattıklarımızda en ufak bir mübalağa, yeni deyimiyle bir abartı mevcut değildir ve amacımız kişilerden ziyade o kurumun gerçek hüviyetini ortaya koymak, olup bitenlerden insanları haberdar etmektir.
1960'lı yılların İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde hocalık yapan ve daha sonra emekli olunca: "Bir Dinozorun Anıları" adıyla hatıratını yazan Mina Urgan, Profesörlükle ilgili şu tespitte bulunur: "Profesör oldum sırası gelince. 1960'da profesörlük utanılacak bir meslek değildi henüz. Şimdi ise, biraz öyle oldu. Birçok namuslu profesörün yanı sıra, başta politikacılar olmak üzere yığınla da namussuzu var. O kadar ki, beni bilmeyen birine "Profesör" diye tanıtılınca, ezilip büzülüyorum. "Ama ben namussuz değilim" demek geliyor içimden…
Bizim anlattıklarımız sadece hocalarla ilgili değildir. Profesör ve doçentlerin, yani hocaların kendi aralarında yaşadıkları kıskançlık, çekememezlik ve cereyan eden ve meydana gelen olayların dile getirilmesiyle de ilgilidir. Örneğin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde o dönemlerde doçent olan Necmettin Hacıeminoğlu, aynı bölümde çalışan Profesör Doktor Abdulkadir Karahan'ı şiirde şöyle dile getiriyordu:
" Ne ilimden, ne edepten, ne hayadan bir eser"
İkinci dizeyi tamamlamak görevi de, yine o dönemlerde aynı bölümün, yani Eski Türk Edebiyatının profesörü Karahan’la aynı kürsüde görev yapan ve aynı kürsüde doçent olan Mehmet Çavuşoğlu'na düşecektir:
"Elde Divan-ı Fuzuli Karahan derse gider"
Prof. Karahan'ın kişiliği ne kadar ilginçse, hocalığı da o kadar ilginçti. Derse girdiğinde 45 dakikanın en az 30 Dakikasını kendisini övmekle geçiriyor ve tüm özelliklerini birer birer ortaya koyuyordu.
Bir şairin diliyle ifade edecek olursak:
"Keder denizinin kıyısında
Kara çakıl taşları.
Kara çakıl taşlarının üstünde
Yitik bir kadın yatar.
Keder denizi bir aynadır
Kal, kadın, kalk.
Al eline bir çakıl taşı
Paramparça et o aynayı"
Bizim amacımız, aynayı Paramparça etmek değil, bu Puslu Şato'da olup bitenlere ayna tutmaktır…