Geçen yazımızda, yatırımın ahirete olanı da olmalı demiş ve eklemiştik, günümüzde yatırım deyince genellikle dünyevi olan akla geliyor diye...
Lakin tarih bu ezberi bozan nice kahramanlara tanıklık etmiştir. Kur’an’ın ölümsüzleştirdiği ve her mü’minin ibret ve gıpta ile hayatına giren Hz. Meryem’in annesi bunlardan biridir mesela. Meryem’in annesi demek çok az kalıyor desek yeridir, zira Meryem, o kutlu annenin duası, aşkı ve samimiyetinin meyvesidir. Tıpkı sevgili peygamberimizin, atası İbrahimin duası olduğu gibi.
Bir kadın düşünün ki ömrünün ileri aşamasında annelik müjdesini almış, yıllar yılı hasretle kucağına almayı beklediği evladına kavuşmaya az kalmış. Üstelik bu annenin, evladından daha değerli bir sermayesi yok. Zaten bir anne için evladından daha değerli ne olabilir ki. Üstelik kısa bir süre önce eşini de kaybetmiş olan bu kadın, şükran duygusunu dillendirerek rabbinin kendisine son deminde armağan ettiği canının yongası tek varlığını, Rabbinin dinine hizmet etmesi için, yine O’na sunarken Rabbine duygularını şöyle ifade ediyor.
Bir zamanlar İmrân’ın hanımı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdaki çocuğu her türlü kayıttan azâde olarak sana adadım; bunu benden kabul buyur. Şüphesiz sen, duaları işiten, maksat ve niyetleri bilensin.” (Al-i İmran/35) Bu durum, hayal edilmesi bile zor bir olay gibi geliyor. Ancak, aklımızı devreye sokarak, dünya ve ahiret dengesini kurmak suretiyle, mü’mince düşündüğümüz zaman yapılabilecek en akıllıca davranışın bu olduğunu söyleyebiliriz. Çocuğunu doğurduktan sonra, çokta uzun bir süre geçmeden dünya hayatı sona eren bu kadın, zaten az bir müddet sevdiği ile zaman geçirecekti. Ama O, bu kısa süreyi ebedi birlikteliğe çevirerek küçücük ve bitimli sermayesini ebedileştirdi. Üstelik onu gerçek sahibi olan en Emin ve en Hafiz olana teslim ederek. “Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı, güzel bir bitki gibi yetiştirdi; onu Zekeriya'nın himayesine bıraktı...” Emin ve Hafiz olan, emaneti en güzel şekilde kabul edip en iyi şekilde korumaktan başka ne yapar ki?
Her birimizin sermayeleri de böyle geçici ve bitimli değil mi? Her ne kadar gözümüzde hiç bitmeyecek gibi gelse de.
Ahireti devreden çıkarıp dünyevi düşündüğümüz zaman, dünyada yaslanacağı kimsesi kalmamış yaşlı bir kadının, ona teselli olacak bu yavruya sıkı sıkıya sarılması onu kimselerle paylaşmaması, haytının merkezine koyması beklenir. İnsan psikolojisi/nefsi de bunu emreder gibidir sanki. Büyük bir yanılgıdan ibaret olarak sahip olduğumuzu zannetiğimiz ama gerçekte asla bize ait olmayan varlıklarımızı, kendi irademizle hakikate hizmet etmek üzere O’na teslim etmek, işte gerçek akıllılık budur. Gerçek şükür de budur.
Buna karşın öteleri göz ardı edip kapıların ardını göremeyenlerin Kur’anda tasvir edilen durumları ise şudur. “...Karı-koca, Rableri olan Allah'a: "Bize kusursuz bir çocuk verirsen, and olsun ki şükredenlerden oluruz" diye yalvardılar. Allah onlara kusursuz bir çocuk verince de, kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortaklar koştular...” (Araf/189,190)
Sahip olmak için adaklar adayıp dua ettikleri bu sevimli varlığa kavuşup, onu kucaklarına alınca tam tersi davranış sergileyerek sanki hep ona sahiplermiş, bunu onlara hediye eden Rableri değilmiş gibi onu sevgide Allah’a eş tutar, hayatlarının odağına, tam merkezine oturturlar. Allah muhafaza, belki de bu masum çocuk, her dediğini yaptıkları küçük rableri haline gelir anne-babanın. Öyleki zamanla bu günahsız masum, küçük bir firavun kesiliverir.
Halbuki Rabbimizin, bahşettiği her şey bir şükür vesilesi olduğu gibi çocuklarımızda öyle olmalıdır. Bunun şükrü de Meryem’in annesi Hanne’nin yaptığı gibi çocuklarımızı O’nun dinine hizmet etmek üzere yetiştirmeye niyet, azim ve kararlılığı olmalıdır.