Nerede o eski Diyarbakır…
Geçmişte kalan özlemle andığımız birçok şey için rutin tekrarımızdır.
Özleme konu mekanlar mıdır, insanlar mıdır, yoksa insanla birlikte değiştirilen insan-mekan ilişkisi midir özlem duyulan?
Ben kendi penceremden özlem duyduğum Diyarbakır’ı anlatayım biraz.
Babamın işe giderken sabahları Tatlıcı İzzeddin’den getirdiği halka tatlılar, bakkalda bisküvi lokumlar, gazoz, “dıngla fısta kör heci” çocuk anılarına biriktirdiğimiz bir çok anı…
Gençlik vakitlerinde hafta sonları hamam sefaları, sinema keyfi sonrasında çay bahçelerinde, paran varsa Dallas Pastanesi’ndeki video seansları…
Değişen biz miyiz yoksa mekanlar?
Yoksa “Biz büyüdük de kirlendi mi dünya?
Azdan az çoktan çok diyen mert kanaatkar bir nesildik.
Şimdi değişen yaşam şartları, teknolojinin açtığı yolda sorgusuz sualsiz bir kabullenişe teslim gençlik.
Birçoğunun gözünü, kas gelişimini en önemlisi zihinsel algılarını körelten yetenek yoksunu bir gençlik…
İnsan mekan ilişkisi alışkanlıkların ürünüdür.
Hafıza, hesap-kitap, starteji gerektiren domino, dama, nezere oyunları Allah vere…
İsmini bilmediğim bir sürü oyunlarla, sohbet odalarında boş lakırdı ile geçirilen zamanın körelttiği ve en önemlisi gelenek-görenek yoksunu bir nesilden icazet alacak duruma geldik.
Yazık, bin yazık halimize.
…
Aşkın bile yozlaştığı bir gençlik ve onlara hitap eden şarkılar Aşık Mahsuni’nin Aşık Veysel’in Hüseyne Fari’nin, Said Yusıf’ın kemiklerini sızlatıyordur eminim…
Yozlaşma her alanda var maalesef ve maalesef sadece izliyoruz olan biteni çaresizce.