Kur’an’ı Kerim insanın zaaflarını ortaya koyar ve bu zaafları nasıl yeneceğinin reçetesini en mükemmel surette sunar. Kur’an’ın insan psikolojisini deşifre eden hakikatlerini anlamadan, tarihte ve günümüzde insanoğlunun ulaştığı vahşeti ve yozlaşmayı anlamak mümkün değildir. Akıl bu yapılanları, ulaşılan bu vahşilikleri anlamaktan aciz kalır. İnsanoğlunun bu yıkımı Allah’ın yol göstericiliği olmadan anlaşılamaz.
İnsan aklının anlamakta zorlandığı olayların başında Kerbela gelmektedir. Hz. Peygamberden bir parça olan, bu mübarek insanları incitenin Rasulü incittiği ve onlara sevgi beslemenin imanın gereği olduğu bilinmesine rağmen, bu yapılanları açıklamak nasıl mümkün olabilir.
“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.” (Bakara/155)
“Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliğe ve hayasızlığa teşvik eder; Allah ise kendisinden mağfiret ve bol nimet vadeder. Allah'ın lutfu boldur, O her şeyi bilir.” (Bakara/268)
Şiddetli korku, sağlıklı düşünmenin önündeki en büyük engellerden biridir. Korkuya kapılan insan tüm hareket kabiliyetini yitirir.
Hz. Hüseyin’e mektup üzerine mektup yazarak zilletten kurtulma çareleri arayanlar, Ziyad’ın, Hz. Hüseyin’i desteklemeye devam ederlerse can ve mallarını alma tehdidi karşısında yerlerine çakılıp kalarak zilletin en kötüsüne duçar oldular. Müslim bin Akil ve ona destek verenlerin ibreti alem olsun diye vahşice öldürülmeleri sonrasında Kufelilerin, Hz. Hüseyin’e gönderdikleri mektupların mürekkebi kurumadan verdikleri sözü unutmaları, can ve malını kaybetme korkusunun insanları nasıl pasifize ettiğini, nasıl alçalttığını gösterir. Tıpkı cihat tellallığı yapanların cihadı emreden ayet nazil olunca, ölümün soğuk yüzünü hissedip takındıkları tavır gibi...
“İnananlar, “Keşke savaşa izin veren bir sûre indirilmiş olsaydı!” derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara yakışan da budur!” (Bakara/20)
Sözlerine sadık olan gerçek mü’minler ise şöyle tanımlanıyordu Yüce Kitapta “Sadece şunlar gerçek mü’minlerdir: Allah'a ve Resûlüne iman ederler, sonrasında asla şüpheye düşmezler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşırlar. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat/15) Bir yandan can ve mallarını kutsal değerler uğruna feda edip dünyada şeref, ötelerde ebediyeti kazananlar, diğer yanda şeref ve haysiyetlerini, hatta imanlarını geçici değerler için satıp hüsrana uğrayanlar...
İnsanı ihanete, zulme, alçaklığa sürükleyerek haktan uzaklaştıran ikinci büyük sebep mal, iktidar ve güç tutkusudur. Aslında bu tutkunun altında da yine bilinç altındaki korkular yatıyor olabilir.
“Kadınlar, oğullar,yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins salma atlar, sağmal hayvanlar gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insanlara cazip gösterildi...” (Ali imran/14)
“O aşırı derecede mal sevgisine kapılmıştır” (Adiyat/8)
“O, malının kendisini ebedileştirdiğini sanır” (Hümeze/3)
Sevgili Peygamberimizin kendisine “dayı” diye hitap ettiği genç yaşta İslam’a ilk girenlerden biri olan, İslam uğruna ilk kan akıtan kişi, Kureyş kervanına ilk oku atan, Hz. Peygamber ile bütün gazvelere katılan, Uhud gazvesinde attığı her oku hedefine isabet ettirdiği için “Anam babam sana feda olsun ey Sad, at” diyerek Rasulullah’ın O’na okları kendi eliyle birer birer uzattığı... Sad bin Ebi Vakkas. Bu büyük sahabinin oğlu Ömer. Babasıyla Irak’ın fethine katılan, Hüseyin’in çocukluk arkadaşı, ehl-i Beyt-i en iyi tanıyanlardan biri. Onu Kerbela’nın vahşetine ortak yapan, masumların kanını hunharca akıtan, Rey valiliğini şiddetli arzusundan başka bir şey değildi. Bu şiddetli duygu aklın önüne geçince insanı kör ve sağır yaparak sağlıklı düşünmesinin önünde set oluşturuyor, bildiği ve inandığı hakikatlerin hilafına hareket etmesine sebep oluyor, bataklığa sürüklüyor. Ömer Bin Sad, tam Rey valiliğine atanmak üzereydi ki, olay patlak verince Hz. Hüseyinin karşısına çıkması istendi.. O, doğal olarak bu teklifi reddetti, çünkü bunun ne demeye geldiğini, ona pahalıya mal olabileceğini çok iyi biliyordu. Ancak “o halde Rey valiliğini unutursun” sözleri karşısında yere çakılıp kaldı. Mal, makam, dünyalık arzusu onu yücelmekten men etti. Valilikle onun arasında Hz. Hüseyin duruyordu. Hayır hüseyin değil, O’nun temsil ettiği hakikat ve hakikati savunma, uğruna cehd etme... Bu şiddetli tutku tıpkı korku gibi insanı kör ve sağır edebiliyor, çamura batırabiliyor. Arzusuna ulaşmak için hiçbir engel tanımıyor, peygamber veya peygamber torunu olsa bile kanını akıtabiliyor, hakikati kendi arzularına kurban edebiliyor. Ömer bin Sad’da İktidarı, onuruna ve imanına tercih edenlerden oldu ve o çok arzu ettiği iktidarda Hüseyin’in kanını akıttıktan sonra ancak beş yıl kalabildi. Yeryüzüne çakılı kalmasının bedelini belki de ebedi hayatı kaybetmekle ödedi.
İnsanoğlu çok ilginçtir. Yapmaması gerektiğine inandığı bir şeyi yapmaya görsün. Kendi kendini haklı çıkarmak istercesine yaptığı şeyde daha da ileri gidiyor, akla hayale gelmeyecek şekilde yaptığı hatayı katlamaya, zulmünde sınır tanımamaya başlıyor. O mübarek bedenleri çırılçıplak soyuyor, atların ayakları altında çiğniyor, çölün ortasında kurda kuşa yem olmaya terk edip arkasını dönüp gidiyor... Tıpkı şeytanın yaptığı hatayı haklı gösterme çabası içerisine girip, ademoğlunu saptırmak için her yolu denemesi gibi. İşte bu yüzden eylemlerimizin nedenini niçinini en ince detayına kadar sorgulayarak adım atmak insani pozisyonumuzu korumamıza en önemli yardımdır.
Hüseyni duruş ve ona karşı olanların tutumu... Tarih bu iki duruşu tercih edenlerin arenası olmaya devam ediyor ve edecek. Bu duruşları sergilemek için Kerbelada olmak gerekmiyor. Kerbela tarihte olmuş bitmiş bir olay değildir zira. Bilakis her an yeniden tekerrür ediyor. Korkuları tarafından yönetilenler Hüseyinler’in başını kesmeye, kanını akıtmaya devam ediyor.
Acaba bizi yöneten nedir, korkularımız ve şehvetlerimiz mi, hak ve hakikat mi?