Sistem cenderesinin içinde savrulup savrulup dönüyoruz.
Sistemin içine çektiği insan haliyle her gün bize dayatılanları bıkmadan, usanmadan bir rutinde gerçekleştiriyoruz.
İşin kötüsü bunun farkındayız da umursamıyoruz.
Eskiden prangalara vurulan, kırbaçlanan kölelik değil bu; gönüllü bir kölelik adeta.
Kalkıyoruz, kahvaltı ardından iş. Ardından yine tıkınıp işimize devam ediyoruz.
Akşam eve dönüşte aynı tıkınma; acıkmadan sürekli tüketme, çalışma, çalışma, uyuma ve yeniden başa saran hayat.
Aslında bizi buna zorlayan sistem.
Robot gibi çalışmak dışında bir şey yapmayan, üretmeden tüketen bir toplum.
Çalışmak dedimse; adam akıllı üretime dayalı bir çalışma değil.
Köleleştirilmiş, köreltilmiş, düşünmeyen, üretmeyen; makine işlevinde bir çalışma.
Bunun farkında değil miyiz?
Elbette farkındayız; alternatifleri yok edilen, dayatılan bir yaşamın belki bizim bulabileceğimiz alternatifleri de zorlaştırılan bir yaşam da kendimizi çaresiz hissetmemize neden oluyor.
Evlilik, çocuk ve ev, iş mekanizmasında öğütülen bir yaşama zorlanıyor insan.
Yanlış anlaşılmasın; evlilik kurumu tamamıyla karşı olduğum bir durum değil.
Ancak köleliğin dayatmalarının temel taşlarından biri.
Anlam olarak içi boşaltılmış başlangıcından sonuna kadar tüketilen bir yaşamı dayatması açısından yanlış.
Nasıl mı?
Gerek erkek, gerek kadın tahakkümünün öne alındığı kodlar üzerine kurulu bir evlilik yaşadığımız.
Dayatılan sistemin devamına hizmet eden anlayışın temel taşlarına dönüştürülmüş.
Bir süre sonra gelen çocuk, onun yükümlülükleri, eziyete dönüşmüş bir eğitim anlayışı anne-baba tahakkümü ve sonuç yaşlılık, torun telaşı.
Döndük mü başa?
Başından sonuna hengame, çıkmaz, dönüp baktığımızda birbirinin aynısı günler yumağı ve pişmanlığı zevke dönüştüren bir mazoşistlik.
Ne kaldı geriye?
Dürtüler ve alışkanlıklarla atanın izinde gitme telaşı…