Kent alabildiğine genişliyordu. Eski kentin yarısı yıkılmış diğer yarısı da nerdeyse insansızlaştırılmıştı.
Modern kent ise inşaat rantına dayanmıyordu. Artan nüfus ve göçlere çare olarak sürekli yeni binalar yapılıyordu. Belki başka bir şey düşünülmüyordu. Belki de inşaatçıların istediği yapılıyordu.
Köyler artık inşaatçıların meskeniydi. Köylüler arazilerini rantçılara teslim ederek ya kente, ya da kent dışına kaçıyordu. Deprem bu durumu daha da hızlandırmıştı.
Kentin bezirgan takımı sitelerden villalara geçmek istiyordu. Arazi artık oldukça değerliydi. Ve çatışmaların nedeniydi. Ve de arazilerin artan değeri aynı zaman da tapu savaşlarının da nedeniydi. Eskiden göz ardı edilen araziler şimdi fazlasıyla önemseniyordu.
Öyle ki arazi kavgalarına mezarlıklar da, bazen hapishaneler karışıyordu. Çünkü araziler çok hisseliydi. Daha önce paylaşılması sorun olmayan araziler, şimdi onlarca hissedar akrabayı birbirine düşmanlaştırmıştı.
Ve çünkü bu düşmanlığı kışkırtan bir rant düzeninde yaşıyorlardı. Sadece betondan beslenen bezirgan takımı için araziler hayat memat meselesiydi.
Artık birbirlerinin taziyelerine gitmeyi bırakmışlar kendileri birbirlerini vurarak öfkeli taziyelere sebep oluyordu.
Sıradan bir köylü olan Vedat bir anda kendini rant cehenneminin ortasında buluvermişti. Ve akrabaların tapu savaşlarının birine dahil olalı günler olmuştu. Dedesi zamanında kent içinde değerli arazileri dayılarına vermiş, kentten çok uzak taşlık araziyi çok sevdiği kızına bırakmıştı. Onlar da burada ev yapmışlardı. Babası doksanlı yıllarda kent ortasında faili meçhul bir cinayete gittikten sonra köyde annesiyle yaşamını sürdürmüştü.
Ancak o taşlık kıraç arazi şimdi oldukça büyük bir rantın adıydı. Dedesi araziyi bırakırken tapuda ayrışmayı yapmamıştı. Zaten o dönem kimsenin buralara geleceği de yoktu.
Kendisini bildi bileli bu köyde yaşıyordu. Annesi yaşadığı onca travmanın da etkisiyle ağır bir bunama dönemine girmişti. Ondan tapuya gidip imza atmasını istiyorlardı.
Şimdi kaldığı evden atılmakla tehdit ediliyordu. Her gün takım elbiseli, silahlı, külahlı, biçimsiz adamlar arazilerini ziyaret ediyordu.
“Wedo sonunda senin cesedin çıkacak!” diye tehdit ediyorlardı.
Kıyamet koptu kopacaktı. Belki yakın zamanda onu babası gibi vuracaklardı. Belki de vereceği tavize göre lüks bir ev bekliyordu.
Elbette onlara teslim olmak istemiyordu. Ama ne yapacağını da bilemiyordu. Üstelik hasta annesiyle nasıl direnecekti?
Evden çıkamaz olmuştu. Evde kitaplarını karıştırırken, kentte olduğu günlerde bir arkadaşının ona hediye ettiği şiir kitabı dikkatini çekti. Kentle ile ilgili şiirler çok hoşuna gitti.
Ve o da bir roman yazmaya karar verdi. Böylece zamanı iyi değerlendirecekti.
Ama nereye yazacaktı? Kente bilgisayar için gidemezdi. Evi karıştırırken eski defterlerini gördü. Boş sayfalarına yazmaya başladı.
Bir yazar değildi. Romancı hiç değildi. Ama uzaktaki insanlara bir şeyler anlatmak istiyordu. Evinde atılacağı günler sayılıydı.
Ve romanı eski defterlere yazmaya başladı. Çok iyi gidiyordu.
Bir sabah evlerine ateş edildi.
“Wedo bu son uyarımızdır!”
Dışarı çıkıp bakmadı. Yazmaya devam etti. Ertesi gün kalabalık bir ekip evin bahçesini girdi.
“Burayı satın aldık. Bir hafta içinde terk edin!”
Bu defa en azından silah kullanmamışlardı. Aldırmadı yine yazmaya devam etti. Annesi tüm gün bahçe de dolaşıyordu. Kör bir kurşunun ona isabet etmesi an meselesiydi. Hiçbir şeyin farkında değildi. Gelenlerin ne için geldiğini bile bilmiyordu. Yakında evden atılacaklarını da bilmiyordu.
Her gün ciplerle gelenlere aldırmadan yazmaya devam ediyordu. Yüzüncü sayfayı devirmişti.
Ama temel gıda ihtiyaçları da artıyordu. O gün dışarı çıkmayı denedi. Bahçenin öte tarafında bekliyorlardı. Köyün etrafında gezen külahlı, fiyakalı adamlar, burada yükselecek evleri hayal ederlerken kendisine nefretle bakıyorlardı. Kapıya çıkması onları heyecanlandırmıştı. Hepsi birden telefonlara sarılmıştı. Çıkınca leş kargaları gibi eve üşüşeceklerdi.
Evi kolay kolay terk etmeyecekti. Hayatın, o kendini çok güçlü sananların dediği gibi kolay olmadığını gösterecekti. Onu en çok annesi kaygılandırıyordu. Çünkü o kadın kendisinden sonra bir anda kendini çorak arazide bulacaktı.
Artık evde yiyecek sıkıntısı baş göstermişti. Köy bakkalını aradı. Bakkal cevap vermedi. En yakın marketi aradı. Oradan da ses çıkmadı. Sonra elektriği kesildi. Akşamları ay ışığında yazmaya devam etti. Sonra kentte ne kadar tanıdığı varsa hepsine durumunu özetleyen mesajlar attı.
Ve en sonun da şebeke suyu da kesildi. Bahçede ki eski kuyudan su almaya çalıştı. Tam bir ablukaya alınmıştı. Artık bir an önce romanını bitirmeliydi. İki yüzüncü sayfaya gelmişti.
Hava almak için kapıya çıktı. İçeride bir yanık kokusu yükseliyordu. Hızlıca içeri girdi. Annesi evde kağıt ve kitap adına ne varsa yakıyordu.
“Lawo !Lawo! evê leşker werin! (Oğlum!Oğlum! askerler gelecek!)
Evet hafıza gelgitleri yaşayan annesi anadiliyle konuşmuş, askeri darbe günlerini hatırlamış ve eski alışkanlıklarla romanını yakmıştı. .
Çünkü bugün On İki Eylül’dü. .
Dışarıda gelen seslerle kapıya çıktı. Birçok kişinin eve doğru ellerinde poşetlerle geldiğini fark etti. Bu defa gelenler dost insanlardı. Demek ki mesajlar yerini bulmuştu.
İki yüz sayfalık romanı yakılmıştı, ama umudun kıvılcımları da dostlarınca çakılmıştı.