Çocukluk çağında, toprak damlı evlerde, akranlarıyla beraber çalışmaya giden büyüklerinden gurbet hikayeleri dinlerdi. Hikayeler de kendilerinden farklı ama daha iyi yaşayan insanların yaşamları coşkuyla ve heyecanla anlatılırdı.
Ve oralara özentiler başlardı. Apartmanlar, sürekli suyu akan geniş banyolu evler, geniş asfalt yollar, büyük parklar, değişik yemeklerle süslenmiş büyük lokantalar, gölgeli parklar, büyük sinemalar tarif edilirdi. Bir de muhtemelen abartılı her daim tatlılıkla sona eren tatlı kavgalar, yeni arkadaşlıklar vardı.
Havaların sıcak olduğu günlerde, mehtap altında büyük kentlere dair hayaller kurarlardı. Önceleri hayallerdeki kent Adanaydı. Sonra İzmir ve en sonunda
İstanbul gurbet hikayelerinin uzak ve gizemli mekanlarıydı. Ve buralar kasaba sinemasında izledikleri mutlu sonla biten Yeşilçam mekanları gibi anlatılırdı.
Gurbet uzaklıktı. Uzaklık çocukluk merakıydı. Özgürlük sanki oralardaydı.
Köyden ve kasabadan dışarı hiç çıkmamıştı.
Bir gün kasabanın kuzeyinde, karla kaplı yüksek dağların dik yamaçlarda arkadaşlarıyla öğretmenin ıçkın dediği rubês toplamak için çıkmıştı. Sonra erimeyen karlara tırmanarak en zirveye çıkmıştı.
Önünde sanki sonsuzluğa uzayan ufkun gizemi göz kamaştırıyordu. Sadece büyülenen gözleri değildi. Uzakta yaşamın muhtemel heyecanıydı, onu büyüleyen. Onu takip eden arkadaşlarına
“Ben de çok uzaklara, özgürlüğe gideceğim!” diyordu.
“Orada gerçekten özgürlük var mıdır? Herkes özgürlük denince dağlara bakıyor.
Sen uçsuz bucaksız ovaya bakıyorsun.”
“O ovanın diğer ucunda da dağlar vardır. Hem belki orada da özgürlük yoktur.
İhtimal de olsa güzeldir. Çünkü burada hiç olmayacak!”
“Neyse ben üşüdüm. Aşağı inelim. ”
Ona cevap veren çalışkan arkadaşı da diğer akranları gibi çok iyi biliyordu.
Onları çeken sadece gurbetin çekici hikayeleri değildi. Onları gurbete çeken gelecekleriyle alakalı bir mecburiyet hissiydi. Yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik ve rutinleşmiş baskılarla yaşadığı coğrafya güzel bir hayat vaat etmiyordu.
Burada kalsa sadece acı hikayeler biriktirecekti.
Belki acılara isyan eder hayatını feda ederdi.
Belki de burayı terk eder yeni bir yaşam şansı bulurdu.
Bir yandan da korkuyordu. Daha bıyıkları terlememişti. Dahası İzmir’den geçen hafta gelen Mahmut abinin hastalığı onu etkilemişti. Mahmut abi geleceğini kurtarmak amacıyla gurbete giden gençlerden biriydi. Önceleri çok güzel İzmir hikayeleri anlatırdı.
Bu defa farklıydı. Divanda o uzun saçlı adam yerine kel ve sıska biri duruyordu.
“Saçlarına ne oldu abi?”
“Saçkıran bulaştı. Bir daha da zor çıkar. Çok kötü bir yerde kalıyordum. Oda rutubet kokuyordu. Üç kişiydik. Sırayla gevrek satmaya çıkıyorduk.”
“Hani senin güzel bir işin vardı. Elektrikçilik yapıyorum demiştin.”
“Evet, elektrikçilik kursuna gittim. İşi de iyi öğrendim. Ama başkalarının yanında çalışınca olmuyor. Çalıştığım yerin sahibi Kürtlerden nefret ediyordu.
Bizim köyden Şirin yanıma gelmişti. Birbirimize sarıldık. Tabii ki Kürtçe konuştuk. Şirin’in üzerinde Diyarbakırspor forması vardı. Patronun hoşuna gitmedi. Bana ‘bir daha işe gelme ‘ dedi. Ben ve Şirin itiraz ettik. Bütün sokak bize saldırdı. Bizi epey dövdüler. Karakola gittik. Orada da dayak yedik. ”
“Niye diğer hemşerileri çağırmadın.”
“Öyle kolay değil. Kimi çağıracaktık. Herkes geçim derdinde, bir köşede gece gündüz çalışıyor. Aslında size hep yalan söyledik. Gurbet hiç iyi bir yer değil.
Hep yalnızsın ve hep ötekisin. Yetim gibisin, böyle dayağını yer oturursun… “
Mahmut abi anlattıkça tüm güzel hayalleri dağılıyordu.
“Niye dükkan açmadın.”
“Bunun için para lazım her şeyden önce çevre lazım. İzmir’de işçi olabilirsin.
Ama patron olman çok zordur. Zaten Kürtsün, seni istemezler…”
Artık onu dinlemek istememişti. Belki Mahmut abinin yaşadığı kendi talihsizliğiydi. Karar vermişti. Yine de gidecekti. Ama İzmir’e değil İstanbul’a gidecekti. Bir anda talih gülmüştü. Ortaokul sonu sınavları açıklanmıştı.
İstanbul’da bir meslek lisesini kazanmıştı. Nihayet istediği fırsat ayağına gelmişti. Babası karşı çıksa da onu diğer akranları gibi önemsemiyordu. Ne olursa olsun gidecekti. O yıl ipekböcekçiliği yapmışlardı. Koza parasını babasından önce almıştı. Vermeye de niyeti yoktu. O parayla İstanbul’a gidecekti. Terminalden bilet aldı. Önce şehire sonra İstanbul’a gidecekti. Her şey hazırdı.
Tam çıkacakken bir anda kimliğinin yanında olmadığını fark etti. Evin her tarafını aradı. Yer ayrılmış kimlik ortadan kaybolmuştu. Cuntanın sert günleriydi. Kimliksiz İstanbul’a nasıl gidecekti?
Terminale gitti. Yarım otobüse bindi. İlk kimlik yoklamasında birçok kişiyle beraber otobüsten sertçe indirildi. Bir asker onu çekerek çavuşun yanına götürdü.
“Kimliğin neden yok?”
“Evde unutmuşum? Okul kazandım. İstanbul’a gideceğim. Bak burada yazıyor.”
Sınav belgesine bakan çavuşun yüzü yumuşamıştı.
“Seni tutuklayabilirim. Ama öğrencisin. Daha çocuk sayılırsın. Git nüfus müdürlüğünden kimliğini çıkar.” diyerek serbest bırakmıştı. Aslında öylece sınav belgesiyle gidebilirdi. Birkaç yerde takılır belki gözaltına alınır yine devam edebilirdi. En kolayı çavuşun dediği gibi kimlik çıkarıp yola öylece koyulurdu.
Fakat o eve geri döndü. Mahmut abisini bulmaya karar verdi. Fakat babasıyla kavga eden Mahmut abisi sırra kadem basmıştı. Hevesi tam kırılmıştı. Eve döndü. Bir kaç gün hastalık bahanesiyle dışarı çıkmadı. O anda annesi tarafından kimliği bulundu.
Kimliğini bilerek mi saklamışlardı!
Yoksa aceleden iyi arayamamış mıydı?
Bunu öğrenmenin de anlamı yoktu. Gitmekten tamamen vazgeçmişti. Lisede arkadaşlarının nerdeyse yarısı, dersleri boş geçen okulu terk ederek gurbete gittiler. Hiç birinin hikayesini dinlemedi.
Ve nerdeyse yarım asır sonra gurbette inşaat işçisi olarak çalışan hemşerileriyle karşılaştı. Onlar halay çektikleri, Kürtçe söyledikleri, Amedspor forması giydikleri için lince uğramıştı. O anda Mahmut abisini hatırladı.
Evet, çok uzun yıllar geçmişti. Köyler, kentler değişmişti. Artık teknolojinin hakimiyeti vardı. Kendisi de fiziken değişmişti. Diyarbakırspor küme düşmüş,
Amedspor küme atlamıştı. .
Onca değişime rağmen değişmeyen iki şey vardı. Çalışmak için gurbete gitmek ve orada Kürt olduğu için lince uğramak.
Değişmeyeni de değiştirmek için yapacak çok şey vardı.