Fabrika çıkışında kimseler görmesin diye ince ince ağlıyordu. İş yerinden hala takip ediliyordu. Buna rağmen hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti.
Ağlıyordu, çünkü çok uzun zamandır gülemiyordu.
Aslında gülmek için gün boyu çok çaba harcıyordu. Öyle ki yüz kaslarını sürekli yukarıya ve yana çekiyordu. Parasızlıktan tedavi edemediği sararmış dişlerinin görünmesine aldırmadan ağzını hep yanaklarına açardı. Her zaman güleç olmaya ve işini iyi yapan bir işçi olmaya çabalıyordu.
Ama tüm çabasına rağmen gülemiyordu. Sadece yüzünü ve dudaklarını yoruyordu.
Çünkü gülmek yüz kaslarının, dudakların, yanakların ve gözlerin işi iyi değildi. Gülmek mutlu olmakla ve de huzurlu olmakla alakalıydı.
Bir arkadaşının tavsiyesi üzerine aynanın karşısına geçip gülmeye çalışmıştı. Ancak aynada yüzüne baktıkça uğradığı haksızlıkları görüyordu. Ve yenik ve yorgun yüzünde, haksızlıklara karşı olan çaresizliğiyle yeniden baş başa kalıyordu.
Bu durumda nasıl gülebilirdi? Her aynaya baktıkça gülmekten daha çok uzaklaşıyordu.
İşten atıldıktan sonra ev yolundayken, kimseye aldırmadan hala hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Çünkü bir kez daha hakkı yeniyordu. Bir kez daha çaresizdi. Patron bir anda çalıştığı bölüme girmiş ve sehpanın yeri değişti diye onu herkesin ortasında azarlamıştı. Hiç bir şey söylememiş, itiraz edememiş, dışarı çıkmış ve sadece ağlamıştı.
Peşinden gelen patron ‘böyle sürekli ağlayan bir çalışan görmek istemiyorum. İşine son verin’ diye bağırmıştı. İnsan kaynakları ‘seni tazminat vermeden çıkarıyoruz. Sakın bir aptallık yapma!”
Evet, patronun adamın dediği gibi aptallık yapabilirdi. Hakkını arayabilirdi. Patrona sehpanın yerini neden değiştirdiğini açıklayabilirdi. Hiç kimse böyle bir nedenden dolayı işten atılmazdı. Sehpa işten atılması için sadece bir bahaneydi.
Ama patronla ve işyeri ile karşı karşıya gelmek istemiyordu. İş mahkemesine verse bir daha buraya gelemezdi. Belki patron başka bir şeye kızmış ona patlamıştı. Sonra merhamet eder, onu yine işe alırdı.
Buradan vazgeçemiyordu. Çünkü evde kalmak istemiyordu. Başka bir yere de gidemezdi. Tek sığınağı burasıydı. Başka bir yerde de çalışamazdı. Zaten sakıncalı biri olarak yeni bir iş bulması, bu işsizlik ortamında çok zordu.
Ona merhamet göstereceklerine inanmak istiyordu. Üstelik patrona iyiliği de olmuştu. Bir ay önce işi olmadığı halde fazla paket sırtlamış, sonra ayağı kaymış ve paketlerle yere düşmüştü. Hastaneye gitmiş sağ diz çapraz bağın yırtıldığı söylenmişti. Ameliyat için gün almıştı.
Ancak iş kazası bildirimi yapmamıştı. Hem ayağında iş ayakkabısı ile değil, topuklu ayakkabı ile çalışıyordu. İş güvenliği uzmanı böyle çalışma demişti. Ama patron görünüme önem veriyordu. Bu yüzden mağazada iş ayakkabısıyla değil, topuklu ayakkabı ile çalışın demişti.
O zaman ona ne diye paket taşıtmışlardı. Mağaza da satış görevlisiyse neden ona başka işler yaptırılıyordu?
Yine de iş kazasını bildirmeyerek onlara iyilik yapmıştı. Ayağım kaydı düştüm demişti. İş kazasını bildirse belki tazminatla işten çıkabilecekti.
Ama iyilik yaptığı patron sehpanın yeri değişti diye işine son vermişti. İnsan kaynakları işten çıkışını hemen yapmıştı. Muhtemelen ona verdikleri yardım sözünü de yerine getirmeyeceklerdi.
Aslında yine de uğraşabilir, hakkını arayabilir, patronu iş mahkemesine verip tazminatını alabilirdi.
Ama bunu yapamayacağını iyi biliyordu.
Çünkü bir işe ihtiyacı vardı.
Çünkü çalışırken kendi dünyasından uzaklaşıyordu.
Çünkü çalışırken evde daha az kalıyordu.
Bu duygularla eve vardığında içten içe ağlıyordu. Çünkü babasının karşısına böyle çıkmak istemiyordu. Ama yine de ağlıyordu. Otuz beşine varmışken hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamıyla ağlayarak baş edebilirdi.
Babası onun için çok önemli birisiydi. Ama ağır hastaydı ve bu yüzden kişilik dönüşümü yaşıyordu. Yıllardır tahliye hasretini beklerken şimdi yanında durmak istemiyordu.
Belki de uzun yıllar dört duvar arasında kalışına ve ağır hasta mahpus olarak tahliye oluşuna ağlıyordu. Babasıyla ilk defa cezaevindeyken tanışmıştı. Çünkü daha iki aylıkken babası tutuklanmıştı. Sonra çocukluğu, ergenliği ve gençliği babasının cezaevi yaşamıyla beraber geçmişti. Sanki o da babasıyla beraber bir tutukluydu. Ona çok bağlıydı ve belki de zihinsel olarak düzenin kültürüne yenik düşüşüne ağlıyordu.
Biliyordu, aslında tahliye olan babası değildi. Babasından arta kalan yarım birisiydi. Mahpusluğun ne menem şey olduğuna ve babasına destek olmayışına da ağlıyordu. Hatta yanında olmamak için işyerinde kendisine yapılanlara dayanıyordu.
Oda kapısı açılırken yaşlı babası göründü. Tıraş olmuştu. Beyaz yeni bir gömlek giymişti. Çok güzel gülüyordu. Tahliye olduktan sonra onu ilk defa böyle sağlıklı görüyordu.
Şaşırmıştı, çünkü babası derin derin gülüyordu. Sonra birden o da gülmeye başladı. Yüz kasları yukarıya çıktı. Yanaklarının şiştiğini hissetti. Hızla aynanın karşısına geçti. Evet, gerçekten gülüyordu. Kendisini hiç böyle görmemişti. Babasına baktı.
“Neden işten erken geldin kızım ?”dedi
Çalıştığı için ona kızan, eril bir dille dışarılarda gezmesini istemeyen baskı kuran babası bu defa neden işten erken geldiğini soruyordu. Demek ki babası hızla iyileşiyordu. Ve tedavi yavaş yavaş sonuç veriyordu.
Her gecenin bir sabahı varsa, her ağlayan yüzün gülen bir tarafı vardır diye düşündü.
Ve durmadan gülmeye başladı. Gözlerinden her zaman ağlarken düşen damlalar bu defa güldüğü için düşüyordu.
Babası yine durmuştu. Yüz kasları yine inmeye başladı.
“Ne olursun baba hiçbir şey söyleme!”
Çünkü hasta babası yine ona sert sözler söyleyebilirdi.
“Güzel şeyler de mi !”
“Hayır güzel şeyler söyle bana baba. Sen güzel şeyler için ömrünü tükettin”
“Ömrümüzü tükettim!“
Babası doğru söylüyordu. Coğrafya kaderse, aile bu kaderin en alt parçasıydı. Kaderi yenmeyi ailesiyle beraber başlayabilirdi.
“İşten atıldım baba. Ama onları mahkemeye vereceğim. Hakkımı bırakmayacağım. Sonra başka bir işe bakacağım. Bu da zaman alır. Yanında olacağım baba!”
Her şeye rağmen emektar yıllanmış dişleriyle en derin haliyle geleceği için gülmeye başladı.
Babası da olmayan dişleriyle, çocukların geleceği için, çocukça gülerek ona eşlik ediyordu.
Artık onların gülüşüne kim engel olabilirdi!