Kendisine artık yabancı gelen kentin kalabalığında, kızıyla yapışık bir halde, sanki dört ayaklı ritimle yürüyordu.
Neden bu kadar kenetlenerek yürüyorlardı?
Neydi onları böyle yapışık yürümeye iten şey?
Musmutlu mu yürüyordu?
Yoksa tanımsız bir tedirginlikle mi yürüyordu?
Yüzü yerde yürüyen kızına baktı. Belki kızı birkaç gün önce konakladıkları köyde ki gibi koşmak istiyordu. O zaman ellerini bırakmalıyım diye düşündü. Kentte de olsa bir çocuk yürümek isterdi. Böylece kızın ellerini bıraktı. Kızı ona ‘baba neden ellerimi bıraktın’ der gibiydi.
Şimdi yan yana, iki farklı insan olarak, kendi ayak ritimleriyle yürüyorlardı. İçinde tanıdık ama yabancılaşmış tuhaf bir duygu vardı.
Bu kent gibi sanki bu duygu da tanıdıktı?
Neydi bu duygu, anlamaya çalışıyordu?
Kızının annesi geride sepetinde kedisiyle yürüyordu. Çünkü kedi kentte onlarla yan yana yürüyemezdi.
Birazdan ayrılacaklardı. Kendisi tek başına kalacaktı. Sonra bir arkadaşına gidecekti. Telefonla da geleceğini söylemişti.
O anda kalabalık içinde tanıdık bir yüzle karşılaştı. Yüzü çok tanıdıktı. Ama adını hatırlayamıyordu. Ne arkadaş gibi ne yabancı gibi bakıyordu.
Belki de arada olma duygusuydu. Az önce duyduğu o tuhaf duygu muydu? Etrafına baktı. Bu kent çok değişmişti. O kadın bir merhaba vermeden gitmişti. Şimdi hatırlıyordu. Aslında yanına gideceği kadının ta kendisiydi. Şimdi böyle yabancı davrandığına göre yanına gidemeyecekti.
O anda kızının olmadığını fark etti. Endişelenmek istemedi. Yanında beliren annesi ‘kızım nerede?’ deyince birden irkiliverdi.
“Merak etme sağa sola bakmıştır. Şimdi çıkar gelir.”
“Kayboldu mu, demek istiyorsun?”
“Olabilir, biraz bekleyelim!”
Neyi bekliyordu.
“Kaybolduysa gelir.”
“Evet, kedimiz de köyde kayboldu. Üç gün sonra çıkıp geldi.”
“O kırlara koşup özgürlüğün tadını çıkarmak istedi. Bu kaybolma aynı şey değil. Ya kaybolmadıysa, ya kaçırıldıysa, ya diğerleri gibi kaybettirilirse…Elini neden bıraktın?...”
O anda o tanıdık tuhaf duygunun ne olduğunu anladı. Bu tam da kaybettirilmek duygusuydu. Ve çok ağır bir duyguydu. Yıllar önce bu duyguyu yaşamıştı. Bir sabah herkes gibi işe gidiyordu. İşyerinin önünden zorla alıkonulmuştu. Başına çuval geçirilmişti. Ve ona ‘seni de diğerleri gibi ortadan kaldıracağız, kimse seni bir daha görmeyecek!’ denmişti.
Şanslıydı, çünkü kaçırılırken gören olmuştu. Belki şimdi kayıplar arasındaydı. Şimdi sır olan kızı da olmayacaktı. .
Evet, o duyguyu şimdi de yaşıyordu. Birileri seni alıyor ve bu evrende ‘seni ortadan kaldırırız’ diyordu.
Söylenen tehdit miydi?
Yoksa söylediklerini yapacaklar mıydı?
Tehdit ve gerçekten kaybettirmek arasında ince bir hat vardı. Kaybettirme olasılığı daha güçlüydü. Çünkü onlar çok güçlüydü. Ve çünkü alışkın sessiz bir toplum vardı.
Evet, kaybettirilmek ağır bir duyguydu. Evet, yıllar önce bu duyguyu yaşamıştı. Artık, biliyordu, elini bıraktığı kızı kaybolmamıştı. Diğerleri gibi kaçırılmıştı.
Belki elini bırakmamalıydı. Belki de suçluluk duygusuyla yaşamalı, bir kenara çekilmeliydi.
Ama bir ömür çocuğun elini tutamazdı. Bu da bir gerçekti.
Şimdi ne yapacaktı, bilmiyordu?
Binlerce anne babanın çaresizlik duygusunu yaşıyordu. Her yer kararıyordu. İnsan yüzleri siliniyordu.
Bir anda nefes alamadığını hissetti. Kızını bulmadan ölmek istemiyordu. Etrafa büyük bir sis çökmüştü. Boğulur gibiydi.
O telaşla yerde olduğunu fark etti. Saniyeler sonra bir rüyadan uyandığını fark etti.
Evet, gördükleri bir rüyaydı. Ve kızı kurtulmuştu.
Ya diğerleri?
Hemen telefonu açtı. Ama günlerdir kayıp kız bir gerçekti. Ve bu bir rüya değildi.
Belki rüyasına girerek “elimi tutun!” demek istemişti.
Yaşadığı bu toplumda nasıl huzurlu ve sakin uyuyabilirdi?
Bazı insanların işi, diğer bazılarını kaybettirmekle alakalıydı. İşleri çok kolaydı. Çünkü kaybetmekle uğraştıkları kişiler çocuklar, kadınlar, yaşlılar, deliler ve ötekilerdi.
Böylece o bazı insanlar birden kayboluyordu. Bazı insanlar da kayıpların peşinden gidiyordu. Onları arıyordu. Onlar yalnızlığını yaşıyordu. En önemlisi çaresizliği yaşıyordu.
Belki bu yüzden rüyasına o kaybolan kız girmişti.
Belki de ‘ey insanlar uyanın ve bizi arayın’ diye rüyasının kapısını çalmıştı.
Çünkü kayıplara alışkın bir toplum vardı.
Ve bu tüm kayıp yakınlarını ürkütüyordu.
Ve de bıçak kemiği geçmişti. Gürün’li şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleriyle güne hazırlamaya, belki kayıp çocukların elini tutar umuduyla, yola koyuldu.
“Eti geçti, duydun mu?
Bıçak kemikte.
Duymadınsa duy artık
behey Allah’ın kulu,
bıçak kemikte.
Duy da silkin n’olursun
bu ne biçim uyku bu.
Bıçak kemikte…”