Beterin beteri var diye ilk defa yaşadığı kentin sıcaklığına şükrediyordu. Vize için gittiği kentin çöl sıcağında, eksik işlemleri için sokağa dördüncü çıkışıydı. Belki vize gerilimi çöl sıcaklığını artırıyordu.
Almanya’ya vize almak için bu kente dördüncü çile çekişiydi. Eksik evraklar maalesef bir türlü bitmiyordu. Kendini Yılmaz Güney’in ‘Baba’ filminde bir umutla Almanya ya gitmeye çalışan Cemal gibi hissediyordu.
Cemal çocuğuna mandolin alamıyor diye umudunu Almanya’ya bırakmıştı. O ise çocuklarının bütün geleceği adına umudunu bırakmaya çalışıyordu.
Cemal dişleri çürük diye alınmamıştı. Ve zenginlerin işlediği bir cinayeti üstlenerek, cezaevinde yalancı Almancıyı oynamıştı.
Vizesi reddedilirse kendisi ne yapacaktı, bilmiyordu?
Elbette Cemal’lerin kaderini yaşamak istemiyordu.
Evet, kendisi de eskilerin deyimiyle Almancı olma yolundaydı. Kaçakçılığı bırakmış biri olarak bir daha kaçak gidemezdi. O yolların maceralarını fazlasıyla yaşamıştı. Gecenin esrarengizliği, bıçağa dönüşen dikenler, kör bataklıklar, avcı gece yırtıcıları, sinsi nehirler ve en tehlikelisi insan avcısı insanlarla bir daha karşılaşamazdı.
Yasal yollardan gitmek istiyordu. Çünkü ülkesinden kopmak istemiyordu. Gitmek için onca çaba harcasa da buraya ait olma duygusu baskın çıkıyordu. Kaçak gelişi onlarca yıl sürecek ve belki ülke hasretiyle ölecekti.
Ülke hasreti deyince, elinde evraklarla, korlaşan asfaltta, elli derce sıcakta birden duruverdi.
Ülkesini niye terk ediyordu?
Son durumu neydi?
Orada ne yapacaktı?
Sıcakta yavaş adımlarla ellerinde evraklarla bekleyenlerin yanına geldi. Kendine sorduğu üç soruyu orada oturanlara sordu.
Cevap vermeyen onca kişi içinde “sen niye soruyorsun?” diyen genç biri diğerlerini temsil eder gibi konuşmuştu. Ardından “ madem öyle elinde evraklarla ne diye ayakaltında dolanıyorsun?” dedi daha genç olanı.
“Sizde buraya ait olmak duygusu yok sanırım!”
Burada söylenemeyecek bir cümleyi, dudaklardan dökmenin elbette bir bedeli de olacaktı.
“Ne demek biz ülkemizi belki senden daha fazla seviyoruz?” dedi elinde tomarla evrak taşıyan birisi.
Daha genç olanı dişleri sıkılı olarak ayağa kalktı. Belli ki vize kuyruğu gerilimi üzerine ağızdan çıkan sözler kavgaya davetiye çıkarmıştı.
Ondan yumruk yerim beklentisinin yanında sorulara cevaplar da gelmeye başlıyordu.
“Üniversite mezunuyum. Ama işsizim.”
“İflas ettim. Yeni bir iş bulurum diye gidiyorum”
“Çalışırken şiddette uğruyorum. Can güvenliğim yok.”
“İşyerime saldırdılar. Artık iş yapmam çok zor. ”
“Düşüncelerimi ifade edemiyorum. Bu ülkede özgürlük yok.”
İlk ki soruya cevap veriyorlarken, kimse üçüncü cümleyi kuramıyordu.
Belki merak olsun diyorlardı.
Belki de hiçbir umutları yoktu.
Bir anda ülkesinden uzaklaştığını hayal etti. Burada neyi özleyeceğim diye düşündü. Birden özleyecek çok şeyin olduğunu fark etti. O özledikleriyle elbette gerilimler yaşıyordu. Çünkü burada onu üzen çok şeyi vardı. Ve dahası çaresiz kaldığı çok şey vardı. Vize alarak gitsem her zaman gelebilirim, özlemimi giderebilirim, mezarlarımı ziyaret edebilirim diye düşünüyordu. Kaçak olarak gitsem belki bir ihtiyar olarak gelebilirim, belki de hiç gelmem diye endişeleniyordu.
Geçmişte göç ve sürgün hikayelerini çok merak ederdi. Romanlar okur, filmler izlerdi. Onlarda ki göç romantizmin gerçek olup olmadığını sorguladığını hatırlamıyordu.
Göç ve sürgün hikayeleri çekiciydi. Yeni bir ülke, farklı bir ülke, heyecanlı bir ülke, farklı kültür aşkları çekiciydi. Yazarlar iyi yazıyor, yönetmenler iyi kurguluyor, oyuncular iyi oynuyordu.
Kimsenin söylemediği üçüncü cümleyi, egemenler hikayeleri ve filmleriyle bilinç altına işlemişlerdi.
Ülkeyi terk etmesinde bilinçaltı öğretilerinin etkisi var mıydı?
Göç ya da sürgün olmanın zorunsal nedenleri belki abartılıydı. Vize kuyruğunda ter dökenler bunun farkında olsalardı, belki de üçüncü cümleye ihtiyaç kalmazdı.