Ağustos’ta üşüyordu. Evet, kavurucu sıcaklık kent sakinlerini yakarken, o nedense bir acayip üşüyordu.
Belki bu mevsim de değildi.
Belki de bu coğrafya da değildi.
O halde nerede ve ne zamanda yaşıyordu.
Kimisi bir yandan terliyor, bir yandan çalışıyordu. Kimisi ise sıcaktan işi terk ediyordu.
“Neden üşüyorum” diye sorarken kendine
“Sen değil, ben üşüyorum” diyordu bir acayip ses.
Demek ki içinde başka biri üşüyordu.
İçindeki o biri kimdi?
“Sen kimsin? Hangi ben’imsin?”
“Ben hayatın soğuk zamanların da büyümeye çalıştım. Tek katlı toprak damlı evlerimiz kışın karla kaplanırdı. Yaşlılarımızın masalları kısa sürerdi. Çünkü sobamız erken soğurdu. Babamız ‘yatın çocuklar’ derdi. Ve biz çocuklar, aynı yorgan altında, ayaklar ve başlar ters bir şekilde uyurduk. Soğuktan kardeşlerimizin ayaklarının kokusunu alamazdık. Ama fırtına sesi kurtların ulumalarını bastıramazdı. Onları çok iyi duyardık. Ve korkardık. Aç kurtlar toprak damlı evleri, aç ayaklarıyla deler ve yataklarımıza girer diye yorgan altında titrerdik. Sabahları ancak annemizin yaktığı soba ile ısınırdık. Pekmez içimizi ısıtırdı. Ateş ekmeği bizi gün boyu tok tutardı. Sonra dışarıya çıkardık. İlçeye giden var mı yok mu diye bakardık. Giden varsa ayak izlerini takip ederek okula giderdik. Giden yoksa evimize geri dönerdik. Ve hep üşürdük.”
“Her şey değişti üşüyen adam. Şimdi ne o yolları kapatan kar, ne o bozuk lamba, ne gazyağı sıkıntısı ne O masallar var. Şimdi kışları aydınlatmalı, ısıtmalı, internetli evler var. İşte bu sıcaktan kavrulan insanlarla yaşıyorsun.”
“Evet, büyüyünce her şey değişti. Yollar yapıldı. Elektrikler geldi. Artık o eski karlar da yağmıyor. Kurtları da öldürdüler. Meşeleri de yaktılar. Odun sobası tarihe karıştı.”
“Neden hala üşüyorsun?”
“Çünkü hayat hep soğuk yürüyordu. Okullar soğuktu. Fabrikalar soğuktu. Eylem otobüsleri soğuktu. Meydanlar soğuktu. Hapishaneler soğuktu.”
İçindeki ses gitmişti. Birden içi ısınmaya başladı. Öyle ki sanki içinde bir yanardağ patlıyordu. Evet, içinde biri yanıyordu.
“Sen içimdeki yanan kişisin.”
“Evet yanıyorum. Beni xayin arkadaşlıklar yakarken sevdaya koştum. Ama onun yakıcılığı daha ağırdı. Ve tabii ki eylem otobüslerinin, meydanların, nezarethanelerin, duvarların yakıcı tarafı da vardı…”
Biri üşüyüp, bir yanarken, başka travmatik ben’lerinin de olduğunu farkındaydı. Ama o içindeki mutlu kişiyi arıyordu.
“Hem onsekizine daha çok vardı. Hem de paramız yoktu. Arkadaşlarım sinemanın arka penceresinden içeri atlayıp kaçak film izliyordu. Ve bende bir defa bunu denedim. Ama o gün kadınlar günü olduğunu unutmuşum. Sinemada hep kadınlar vardı. Bir daha geri kaçamazdım. Kimse fark etmemişti. Çünkü kadınlar filme fena dalmıştı. Ama kaçarsam fark edilecektim. Oturduğum yerde filmi izledim. Zengin, yakışıklı oğlan ve fakir güzel kızla sonunda mutluluğu yakalarken herkes, yani tüm kadınlar çok mutluydu. Elbette bu mutluluk sinemadan çıktıktan sonra ancak evin kapısına kadar sürüyordu. Çünkü kapıdan içeri yoksul ve zorlu hayatlar onları bekliyordu. Ama kısa bir aralıkta olsa, yalancı da olsa, film de olsa, yüzlerde bir mutluluk vardı. İşte yaşamı boyunca hep dar alanlardaki mutluluğu aradım. Mutluluğa inanmıştım. Çünkü çocuktum.”
Evet, çocuktuk, gelecekte mutluluklara inanmak vardı.
Çocuktuk, içimizde umut vardı.
Çocuktuk, yarınlarımız vardı.
Evet, hayatımızda mutlaka mutlu oldukları bir aralık vardı. Ve yaşam aralıklarla sürüp gidiyordu. Bütün mücadeleleri o yaşam aralıklarına hayat vermekti.
Ağustos sıcağında içindeki mutlu kişi susuyor ama gülen kişi öne çıkıyordu.
Ve birden bire gülüyordu. Herkesin şaşkın bakışları altında o hep gülüyordu.
“İlk gülüşümü hatırlamıyorum. Çocukken arkadaşlarım hep gülerdi. Ben de gülerdim. Neye gülerdik, hatırlamıyorum. Ama camların ardında ki perdelerden gülen kentli meçhul kızı çok iyi hatırlıyorum. Kimse hala onun gibi gülmüyor. Esasen kimse zaten gülmüyor. Sadece, bir pazarlığın diyeti olarak dudaklar yanaklara açılıyor. Gülmek herkese yakışmıyor. Bazen ben de sahtece ve tüccara gülüşlere kanıyorum, herkes gibi. Elbette hayatta zor anların da gülenleri hiç unutmadım. Mesela bir öğrenci gözaltısı sonrası, minibüste mahkemeye götürülen birinin gülüşünü hiç unutamıyorum. Ama oğluna kavuşan annelerin gülüşleriyle hiçbir gülme yarışamıyor. Abilerim çocukken bana ‘gülmek devrimci bir eylem dediler. Ve gülmek bana hem kutsal hem de sorumluluk yükledi. Ve bu yüzden gülmeyi hep yarına erteledim. ”
Ve şimdi aralıksız gülüyordu. Gözyaşları sel olurken, sarsıldı. Çünkü içinde biri fena halde ağlıyordu.
“Sen sus. Ne zaman ağladığını ve niçin ağladığını hiç anlatma.”
Hayatında ki her dönem başka bir kişi yaratmıştı. Ve o tüm bu kişiliklerle birlikte yaşıyordu. O kişilerden biri üşümüş, biri yanmış, biri gülmüş ve bir diğeri ağlamıştı. Her şey hem çok hızlı değişmiş hem de çok hızlı yıkılmıştı. Her değişim ve her yıkılış onda yeni bir kişiliğin inşa edilmesi demekti.
O halde yaşamak için bugüne kadar kaç yaşam biriktirmişti?
Kaç kişi kazanmış, kaç kişi kaybetmişti?
İçinde kaç kişi acılara yenilmiş, kaç kişi acıları yenmişti?
Ve tüm kimliklerini modern kentin asfaltına bırakıp, kendini eski kentin hala yıkılmamış kuçelerine kaçtı.
Şimdi kara yanık taşlarla örülü bir eski Suriçi konağında üşüyor ve yanıyordu.
Belki yaşamındaki değişim ve yıkımlarla yüzleşmesi gerekiyordu. Belki de içindeki mutlu kişiyi ve kişileri dinlemeliydi. Çünkü o asla yalnız değildi.