Ağustos sıcağı ona eski kentin serinliğini hatırlatıyordu. Modern kentin klimaları baş ağrılarının tetiklenmesine neden oluyordu.
Belki baş ağrılarının derin nedenleri vardı. Belki de baş ağrısı eski kente gitmesinin bahanesiydi.
Ve bu bahaneyle kendisini eski kentin Dörtyolu’nda buluverdi. Dağ kapı meydanı henüz bahçeyken ve modern kentin geniş kavşakları inşa edilmemişken eski Dörtyol onlara çok büyük gelirdi. Çocukken oraya çıkmaya korkarlardı. Karşıdan karşıya geçmek o esmer, kıvırcık saçlı, yamalı, pêxwas çocuklar için tehlikeli bir oyun olarak görünürdü.
Solda Nebi Camii önünde ki o zamanın toprak alanda buluşmak heyecan vericiydi. Ayakları bir tek orada yanmazdı. Oradan Dörtyol da akan trafiği seyrederler, araba markalarını, bazen de plakaları sayarlardı. Delik ceplerde ki bozuk paralar yeterse Şeyhmus pastanesinden limonata içerlerdi. Çoğu zaman kılık kıyafetlerinden içeri alınmadıkları zaman Dörtyol’da ki büfeden kana kana içerlerdi.
Henüz büyük AVM ler yokken Dörtyol da, Gazi Caddesi başında Kapalıçarşı onlara büyük ve geniş gelirdi. Elbiselerini Çarşıya Şewitî’den alırlardı. Ama Kapalıçarşı’da bir yeni çeket alma hayali kurarlardı. Belki yanda ki Sümerbank mağazası ve ileride ki Mahmutpaşalılar mağazası bayram ağızların da hayalleri gerçek olabilirdi.
Dörtyol’dan Saraykapı’ya giderken onları en çok Emek Sineması heyecanlandırırdı. Emek Sinemasın da sadece yabancı filmler gösterilirdi. Gelen filmler ne Dilan da gösterilenler kadar siyasi ne de Site sinemasında gösterilenler kadar da erotikti. Ecnebi filmlerle sinemada insan kendini daha cihani ve daha beynelmilel hissederdi.
Orada sonradan kıymetini anlayacağı ‘Ateş Altında’ filmini kaçak girdiği zamanlardan birinde izlemişti. Yine ‘Bir Zamanlar Amerika’ filmini de orada yine kaçak izlemişti. Tek sıkıntısı filmlerin yabancı dille gösterilmesiydi. Alt yazılara da kıt Türkçesi yetmiyordu. Sessiz film izler gibi filmleri izliyordu. Arkadaşlarıyla daha çok Yıldız ve Nilgün sinemalarına gittiği halde bir gözü hep Emek sinemasındaydı. Sinema sahipleri İstanbul’a gelen ecnebi film ikinci gün Emektedir diye övünürlerdi.
Emek sineması kuçe pêxwasları olarak daha az kavga ettikleri, arada daha az çekirdek çitlatıkları ve daha az kavga ettikleri bir sinemaydı.
Sonra bir gün mahallenin cezaevinden yeni çıkmış siyasi abileri Emek Sinemasın da bir panel olacak diye birbirleriyle fısıldaşıyorlardı. Panel neydi bilmiyordu. Ama sinema salonun da bir çok ağır abinin demokrasi ile ilgili konuşmalarını izliyordu.
Sonra bir gün aynı abilerin Grup Yorum dedikleri bir grubun konserini konuşuyorlardı.
Kürtçe konser hala yasaktı. Ancak bir sol grubun konseriyle heyecanlanabilirlerdi.
Sinema çok kalabalıktı. Ama girişte ki polisler yüzünde yaşları küçük diye alınmasalar da onlar bu küçenin çocuklarıydı. Ve sinemaya girmenin yolunu çok iyi bilirlerdi. Ve konser sonrasın da çekilen zılgıt ve atılan Kürtçe sloganlar onun ilk protest eylemini oluşturuyordu.
Artık diğer sinemalara giden arkadaşlarını bırakmış Emek Sinemasının daimi müşterilerinden olmuştu. Artık bilet alarak, kravatlı ve takım elbiseli seyircilerle birlikte sinemaya gidiyordu. Diğer sinemalarda ki gibi açık sigara satmıyordu.
Bu sıkça gidiş gelişlerinden birinde bir gün Zengin Mutfağı adlı bir tiyatro oyunuyla karşılaştı.
Sonra bir gün Arkadaş filmini izleme şansı yakalıyordu. Ecnebi dille film gösteren sinema bu defa Yılmaz Güney yasağının kalkmasıyla bir Türkçe film gösteriyordu.
Bu sıkça sinemaya gidiş gelişleri onu bilinçlendirmişse de bu elbette kılık kıyafetine ve davranışlarına yansımıyordu.
Sinemaya girerken de yoksuldu, çıkarken de yoksuldu.
Ve bir gün sinema da çalınan bir cüzdan da sırf kıyafeti ve konuşmaları nedeniyle suçlu ilan edildi. Çarşı karakoluna götürüldü. Alt katta ki nezarette, aç , susuz ve yaşatılan onca kötülükle hırsızlığı ispat edilmedi. Çünkü o çalmamıştı. Sonunda götürüldüğü Saraykapı ötesin de ki iki katlı eski bir binada oturan yaşlı ve babacan bir savcı onu serbest bıraktı.
Çıkarken polis “evet elimizde cüzdanı çaldığına dair bir kanıt yok. Ama kanıta gerek yok. O sinema da senden başka bu suçu işleyebilecek kimse de yok.” derken sabıkasına işlendiğini bilmiyordu.
Günler sonra büyük Postane önünde bir grup öğrencinin tutuklu arkadaşları için yapılan yürüyüş sonrası sokakta polis tarafından onlarca kişi gibi yaka paça minibüse bindirildi. Herkes serbest kalırken o haksızca işlenen sabıkası yüzünden tutuklanarak Saraykapı cezaevine konuyordu.
Şimdi müze olan o cezaevi önünde duruyordu. Eski kente olan yolculuğu bugünlük burada bitiyordu.
O tutuklanma ile içeride solcu gençlerle tanışmıştı. Onlar da zaman zaman sinemadaki kravatlı , karakolda resmi giyimli , babacan görünümlü savcı gibi hep potansiyel suçlu olarak bakmışlardı. Elbette onu sevmişlerdi. Ama kaderi bu sevgiden etkilenmiyordu.
Çünkü o bu kuçelerin bir pêxwasıydı. Sonradan şehir diliyle ona ‘qırıx’ denildi. Kentin değerlerinden biri olduğu bile kabul edildi. Ve mizahi kent hikayelerin kahramanı oldu.
Ancak şüpheli hali hiç değişmedi. Yıllar geçse de, hiçbir suç işlemese de o bu sistem içinde olağan bir şüpheliydi, kanıtsız ve hukuksuz bir suçluydu.
Aslında bu kentin sevdalısı olduğu için olağan şüpheli olduğunu biliyordu. Ve sevda devam ettikçe şüpheli oluşu da sürecekti.