Hevsel bahçeleri güneşi bugün buruk karşılıyordu. Sıcak geçen bir kış sonrası erkenden açıveren tomurcuklar tedirgindi. Kar bu kış küsmüş, yağmur toprağa aşk acısı çektiriyor, güneş öteki yüzüyle doğayı kavuruyordu. Her bahar bir ok gibi çağıldayarak ovaya akan Dicle küçülmüş, büzgün, hüzünlü, sanki akmıyor, zoraki yürüyordu.
Kentin sakinlerinden bir meçhul genç adam vurulalı birkaç saat olmuştu.
Ve genç bir kadın kentin tek başına daraltan mekanlarından koşarcasına, boynunda fotoğraf makinesiyle adamın peşinde, çalılıklarda kan izini sürüyordu.
Birden Hevsel çalılıklarından birinde, yorgun ve aç bedeniyle insanoğlunun acımasız kurşunlardan günlerdir kaçan, zıplayan ve kurşunlarla adeta dans eden, ama Dicle nehrine varmaya çalışırken vurulan, kanamış postuyla, ağzı açık can vermek üzere olan bir Hevsel tilkisiyle göz göze geldi. Açık gözleriyle tilki bütün sığınaklarım yok edildi, kaçamadım artık diyordu.
Aslında tilki bu karşılaşmadan daha fazla etkilenmişti. Ayak parmaklarına vuran Dicle’nin buza kesen soğuğu gözlerine yaklaşıyorken göreceği son canlı ile yüz yüzeydi.
Ve karşısında göreceği son canlı olan kadın ona ne yapacaktı? Ona güvenebilir miydi?
Ama kadın da olsa bir insana neden güvensindi?
Belki boynunda fotoğraf makinesi taşıyan bu insan denen canlı için sadece haberleştirilecek bir meselesiydi. Belki de kendisi artık öldükten sonra sırta geçirilecek bir posttu.
Kadının gözbebeklerinde, kurşunlanmış cansız bedenini izliyor ve yaşamın ne kadar güzel olduğunu hatırlıyordu. Artık onun için sonun başlangıcıydı.
Kadın peş peşe resimler çekiyordu. Gerçekte insan yapımı bir makineyle resmedilenler sadece bir tilki ölüsü müydü? Yoksa yok edilmeye çalışılan bir doğanın son direnenlerden biri mi resmediliyordu?
Saçları birden diklenen, dudaklarını sürekli ısıran, gözbebeklerinden akan yaşla yüzü Mart güneşiyle daha da parlayan kadın, ne hinlikler planlıyordu?
Mavi gözyaşlarından süzülen ışığıyla soğumaya başlamış bedenine yeni bir hayat mı vermeye çalışıyordu?
Bir tilkinin ölümüne tanıklık eden kadının elleri titriyordu. Kadının yüzüne toplumun bir tarafına ait utanç ve ölümlere karşı çaresizlik işlenmişti.
Ve ölmek üzere olduğu halde kadına karşı acıma duygusu hissetti.
Kadın ağır ağır eğilerek ellerini uzattı. Ayaklarına yaklaştı. Belki oraya dokunuyordu. Ancak hiçbir şey hissetmiyordu.
Gerçek olan ömründe hiç bilmediği bir hisle karşı karşıya olmasıydı.
Bir insanın dokunuşunu hissetmek nasıl bir şeydi? İnsanlar birbirine dokununca neler hissederlerdi?
Gözbebekleri artık karşılıklı daha yakın yakınaydı. Adeta karşılıklı bakışıyorlardı. Acaba bu genç kadın başka bir insana bu kadar yakın göz teması kurabilir miydi? Kadını kıskanıyor muydu, ölmek üzereyken.
Bir insanın gözleriyle bu kadar yakın olabilmek için ölmek üzere olmak nasıl bir şanstı?
Ve gözlerde biryaşam film şeridi akıyordu. Gördüğü kendi hayatı mıydı yoksa kadının hayatı mıydı?
Gözbebeklerin de umutlar, hayaller ve kırıklıklar birbirini kovalıyordu.
Bunlar talan edilmiş coğrafyanın ölü bir tilkisinin mi, yoksa ezilen ve kırılan bir kadının geride bırakmak istediği zorunlu hayatı mıydı?
Kah öfke kah endişe akan, bir yaşamı başlatamam diyen o yorgun gözler bir şeyleri ölü bedenine aktarmak istiyordu.
Evet, biliyordu ölüm törenlerinin sıradanlaştığı, sessizleştiği bir dönemde, kadının gözleri bir Hevsel tilkisini yaşatmak için bakmıyordu. Belki bu zavallı ölmekte olan tilkinin bedenine kendi yaşanmışlıklarını atmak istiyordu.
Ve kadının gözleri çok şeyleri unutmak ister gibi bakıyordu. Yüklerinden kurtulmak istiyordu. Yoksa bir tilkiye neden hayat versindi? Günler süren kovalamaca bedeninde işleyen kurşun yaraları Hevsel bahçelerinin birinde sonlanıyordu. Zalimlerin fermanı açıktı hiçbir tilki burada yaşamayacaktı. İnsanoğluna evcileşemeyen bir canlı türü yok edilmeliydi.
Oysa bir başına yaşama tutunan zavallı bir Hevsel tilkisiydi. Bilim dilinde kimliğine yıllar önce el konmuştu. Şimdi soyu tükenen, çelimsiz zayıf bir postu ve akbabalara yem olacak kart eti dışında hiçbir önemi olmayan bir tilkiydi.
Kadına anlatmak istediği son dileği kuzeydeki dağlara çıkmak, akranlarıyla oynamak ve özgürce zıplamaktı.
Film şeridinde anlamadığı yüzlerce sahne beliriyordu. Sahneler birbirini kovalıyor ve Hevsel tilkisi kendine ait bir şey arıyordu.
Bir sahne ki sanki birden donuverdi. Kadının gözbebekleri şimdi çiğdemlenmiş kırlardaydı.
Kadının öfke ile bilendiği genç bir adama bakıyordu. Ve o adamın gözlerinde kuzey dağları, kırlar, badem çiçekleri, bağevi, oynaşan tilki kuzenleri görünüyordu. Göz bebeklerinde akan film şeridinde kırlar ve kadının öfke ile baktığı insanın erkek cinsinden biri tüm hüzün ve pişmanlığı ile duruyordu.
Ve bu erkek insan gözleri, kadın insana o çok iyi bildiği kırlarda beraber yaşayalım diyecek gibi bakıyordu. Sanki el ele ve tasasızca bir hayat kuralım demek için kadının karşısında duruyordu. Bunu en iyi bir tilki iyi hissederdi.
Adam kendisi gibi yanlış bir zamanda yanlış bir yerde olduğunu fark etseydi zaten umutlanmayacaktı.
Film sahnesi yavaş yavaş ilerliyordu. Adamın gözlerinden tanımıştı o kırları. Artık hiçbir zaman gidemeyeceği o kırlarda hala kuzenleri yaşıyordu. İnsanoğlu kendi silahlarıyla epeydir buraları kuşatma almasa şimdi o kırlarda kur yapıyor ve birçok oyun kuruyor olacaktı.
Ancak adam kadına bunları diyemiyordu. Orada bir düello havası vardı. Kadın normal bir insana dönüşüyor, kılıcı kınından çıkarıyor, düelloya hazırlanıyordu. Günlerdir biriktirdiklerini ortaya seriyor, her an kalkacak gibi davranıyor ve sonunda bir başkasına aşık olduğunu söylüyordu. Kılıç bir defa sallanmıştı adamın yüreğine. O kır bakışlı adam yarasını hissedebiliyordu.
Adam bir insanoğluydu ve mutlaka karşılık vermeliydi. Bir insanı incitmek öğrenilmiş davranış biçimiydi. Ve kadını nereden incitirim diye düşünüyordu. İncitmek, kavga etmek, erkek ya da kadın insan denen canlı için en kolay olanıydı. Aşk bile buna engel olamıyordu. Sonuçta kılıcı kınından çıkararak kadına vurmaya başlıyordu. Düello kızışıyordu. Kadın son bir kılıç hamlesiyle oradan yaralı bir halde, adamı ağır yaralı bırakarak kaçıyordu.
Kadına sen aslında o değilsin demek istiyordu. Sen o kılıcını çeken kadın değilsin, bir insanı yaralayamazsın, üstelik seni sevdiğini defalarca söyleyen birini incitemezsin demek istiyordu.
Ama onu sürekli öldürmeye çalışan insan denen canlının dişisine de güvenemezdi. İnsan sadece tilkileri öldürmüyordu. Kendi yaşamını öfkeyle ve pusuyla yeniden kurmayı iyi beceriyordu. Dövüşmesini iyi biliyordu. Ancak iyi sevemiyordu. Aşkı her daim kavgaya dönüştürmeyi iyi beceriyordu. .
Canlılar evcilleştirildiği ölçüde seviliyordu. Ve tilkiler evcilleşmediği için sevilemeyen gruptandı. İnsanın öldürme yeteneğine kendi akranlarının katledilişinden tanıktı. Sonuçta o da bir insanın kurşunuyla tanışıvermişti.
Sorun şuydu, acaba kadın hangi adamın kan izini sürdürüyordu. Yoksa o gözlerinde gördüğü adamın peşinden mi buralara gelmişti. Öldüğünden emin olmak için mi buralara gelmişti. Çünkü barışmak insan için çok zordu ve insan düşmanlığını iyi beceriyordu.
Ağır yaralı tilki filmi ölmeden bitirmek istiyordu. Ama sonunu göremeyecekti. Evet bundan sonra kavganın seyrini bir Hevsel tilkisi artık bilemeyecekti. Yaşasa her şeye rağmen bu kavgaya son verin demek isterdi.
Belki filmin kurgusu kadının yaşadıklarını ölü bedenine aktarmak istiyor olma ihtimali içindi. Belki de kılıçlar toprağa gömülecek, o kavga bitmiş olacaktı. Kadın yaralı adamın elinden tutacak, alıp götürecekti.
Kadına ne olur dene diyecekti ki son ışıkta sönüverdi. Kendi hayatı bu kadar karmaşık değildi ve o filmin sonunun görmese de olurdu. Belki o adamın gözlerinde ki kırlar olmasa bu film hiç olmayacaktı.
Evet, onu sadece kuzey dağları ve kırları ilgilendirmişti. Ona dokunmaya çalışan kadın için de olsa ne yapacak bir şeyi vardı. Ne de hiçbir şey artık onu ilgilendirirdi.
Sonuçta insanoğlunun kurşunlarıyla yaşama veda ediyordu. Kimin ne kadar tilkileri sevdiğinin ne önemi vardı.
Artık hapsolduğu bu virane kentin talana açık bahçelerinden birinde,doğaya karışmak üzereydi.
Belki sadece bir tilki, bir kez daha Hevsel’de eksiliyordu. .
Ama bir kent, bir kez daha düşüyordu.
Ve bir yürek, bir kez daha kanıyordu.