Romantik Dönem şairlerinin bazıları üzerinden küçük değinilerde bulunduktan sonra, İngiliz Edebiyatı Tarihi’nin artık sonlarına doğru, geç Viktoryen çağı şairlerinden Robert Browning’in cümlelerinin sanki bile isteye tasarlanmış çapraşıklığından daha genişçe söz etme gereği duyar Mîna Urgan. Hemen bir ayrıma gider: Ona kalırsa, düşüncelerinin zor kavranmasındansa cümle yapılarının karmaşasından ötürü itiraz edebileceğimiz şairlerin başında gelecek biridir Browning. Bu tespiti elbette tatlı-sert bir eleştiri olarak ileri sürer Urgan, çünkü yazıyı açtıkça, böyle bir tercih sonucu Browning’in kendi zamanında geniş kitlelere ulaşamadan kalmış olmasını da ayrıca bir sorun olarak önemsediğini görürüz. Çeşitli sanat dallarına ilgi duyacak kadar bilgili, görgülü şair sırf bu nedenle hayata beslediği derin iyimserliğinin bir kısmını okunamamanın, anlaşılamamanın dertlerine teslim etmiştir. Ondan daha çok okunan karısı, şair Elizabeth Barrett Browning (ki birlikte oldukları süre boyunca insanlar hep “Elizabeth Barrett’in kocası” diye anmışlardır Robert Browning’i) ününün büyük bir bölümünü herkesin rahatlıkla takip edebileceği, doğru düzgün işlenmiş şiirlerine borçludur ve tam da bu sebeple zaman zaman haddinden fazla ukala olabilen şiir dünyasını kabul ettirebilmesinin kökeninde de yapaylıktan uzak, sorunsuz dilsel çabasının payı vardır. Biri açıkça okunacak kadar basit, diğeri çözmemiz gerekecek kadar dolambaçlıdır ve hiç kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde Mîna Urgan tercihini, her ne kadar düşünsel olarak zor olsalar da, yalın bir anlatımla yazabilmiş olan şairlerden, yazarlardan yana kullanır. Robert Browning’i bunca sevgiyle uzun sayfalar boyunca tartışmaya açma çabasının altında, edebiyat tarihini oluşturacak her bir şiirin, her bir metnin hep daha fazla okunmasını isteyen son derece kapsayıcı bir mantık yatıyordur.
İngiliz Edebiyatı Tarihi, kapsamının genişliği ve konu ettiği yazarların şairlerin birbirlerinden görünür uzaklıkları düşünüldüğünde, hiç değişmeyen bir anlatımla beş cilt boyunca hiç sıkılmadan okunabiliyor olmasını da Mîna Urgan’ın sadece engin bilgisine değil, tercihinin kanıtlanan doğruluğuna borçlu: Bir akademik makalaler toplamı olmaktan, dolayısıyla ders verir nitelikte olmaktan da uzak yazıların her birini onun neredeyse sohbet edercesine açık ifade biçiminden dolayı ilgiyle okuruz. Dönemsel farklılıklarla kalmayan, bir de dilinin bile zaman içinde bambaşka değişimler geçirdiği bir ülkenin (ya da imparatorluğun) edebiyatına dikkatimizi ister Beowulf gibi açıkça “ilkel” bir destanın ister ondan bin yıl sonrasının oya gibi işlenmiş bir şiirinin (diyelim Samuel Taylor Coleridge’in Yaşlı Gemici şiirinin) üzerinden çeksin, değişmeden kalan bu dilsel açıklık aynı zamanda bütün bu dönemleri, şairleri, oyun yazarlarını, akımları ve polemikleri hiç sorunsuzca hafızamıza geçirmemize de yardımcı olur. Yazıların öğretici yönlerine de böylelikle sezdirmeden kapılırız ve o anda okuduğumuz şeyin hem Elizabeth Çağı şiirinin güçlü temsilcilerinden John Donne hakkında bir bilgi şöleni hem de şiirini akılla yöneten bu şaire karşı Urgan’ın duygu cephesinde olanları körlemesine desteklemeden, “duygudan düşünce, düşünceden de duygu üretebilme işi” olarak nitelediği şiir bahsinde yürüttüğü daha incelikli bir tartışma olduğunu fark ederiz. Metafizik şairler üzerine epey kalem oynatmış, Shakespeare’i, Marlowe’u sahne parıltılarından alıp yirminci yüzyılın entelektüel ortamlarının gündemine hayli eleştirel yollarla koymuş T. S. Eliot ile girdiği, bazen bir ölümcül cümleyle noktalanan, bazen daha uzun süren ve her defasında büyüklüğünü teslim ettiği bu şairle polemiğe dönüşmenin bir yolunu bulan “kavgalarını”, güçlü düşüncelerini Urgan’ın yine edebiyat tarihini bir akrabalıklar toplamı olarak görüyor olmasına bağlar ve tartışa tartışa büyüyecek bu tarihin yavaş yavaş kendi bilgimize de dönüşmekte olduğunu düşünmeye başlarız. Yazarın anlatım biçiminde öylesine bir algı açıklığı, öylesine bir iyimserlik vardır ki, onun bir tanığı, bir parçası olabilmek güven de verir bize.
Mîna Urgan, yapıtların konularını uzun uzun anlatmaya koyulduğu en kapsamlı bölümlerde bile sürekli ara yollar açıp, yorumunu görmemize olanak tanır.
Alışılmışın dışında bir edebiyat tarihi olduğu için, yazarın hayli kişisel olabilen karşı çıkışlarını, kendi çevirisiyle birlikte verdiği İngilizce metinlerin, alıntıların bolluğunu, bazen bir romanın gelişiminde fark ettiği bir pürüzü daha başka bir alternatifle düşünmemiz gerektiğini söylemesini veya her biri diğerinden erken ölmüş Shelley, Keats, Lord Byron gibi Romantik şairlerin hayatlarını zaman zaman şiirlerinin önüne geçirebilmesini garipsemeyiz. Shelley’in ilk sevgilisini terkedip, ünlü bir anne babanın (yazar William Godwin ile İngiltere’nin ilk feminist yazarı sayılan Mary Wollstonecraft’ın) kendisi de zeki bir yazar olan kızları Mary ile evlenmiş olmasını sadece bu hayatlara tutulmuş meraklı bir mercek olarak da bırakmaz çünkü Mîna Urgan; Shelley’in evlilik kurumunun özgürleşmesi gerektiğine duyduğu inancı bir de dönemin açık fikirli addedilen eleştirmeni Matthew Arnold’un bu şairi ayıplaması üzerinden tartışmaya da çevirir. Keats’ın bir günün tümünü şiire ayırmak istediğini, yazdıklarını kimseler görmese bile yazmaya devam edeceğini bir mektupta dile getirmiş olmasını hızlı bir bilgi diye değil, gencecik bir şairin hayatta kalma biçimi olarak da görürüz ve edebiyata inancımız güçlenmiş olur. Bu şairlerin şiirlerine bolca başlık olarak da koyacakları bir tür olarak “ode” için Türkçe karşılığı neden “kaside” diye tercih etmediğini bir dipnotla da olsa açıkladığında, hiç meselemiz olmayan Dîvan şiirini de anımsamış oluruz. Gündeme getirmekten ayrı bir zevk aldığını düşüneceğimiz T. S. Eliot’un bir yerde Lord Byron’ın yüzünü itici, anlamsız ve şişkin bulduğunu yazmış olmasını, öncelikle onu görmediği için temelsiz sayıp bir de aksine bu genç şairin, “Eliot ne derse desin”, güzel olduğunu savunmasında sadece yüzeysel bir münakaşa değil, biraz sonra bahsedeceği ünlü Viktoryen romancı Thackeray’ın Byron hakkında bir denemesiyle ilişkili olarak, o çağın beslenme kültürüne açılmış bir bilgi parantezi de görürüz… Bilgiyle bunca dopdoluyken, bir bağlantılar sistemi olarak her an daha yakından algılayacağımız koca İngiliz edebiyatı tarihi de avucumuzun içindeymiş gibi hissederiz: Eliot’un mu Lord Byron’ı, yoksa Mîna Urgan’ın mı ikisini birden tartışıyor olduğunu görebilmek, bu nedenle biraz da kendi oluşmakta olan edebi bilgimizin, görgümüzün sınırlarına girmeye başlıyordur.
Mîna Urgan, yapıtların konularını uzun uzun anlatmaya koyulduğu en kapsamlı bölümlerde bile sürekli ara yollar açıp, yorumunu görmemize olanak tanır. Bu tavrının iyice görünürlük kazandığı kısımlar elbette uzun on dokuzuncu yüzyılın her biri diğerinden hacimli romanlarına yer açtığı sayfalar olur. Hayatından iyice bahsettikten (ve erkeklerle ilişkilerinden özgür birlikteliğe dek görüşlerini Viktoryen dönemin baskıcı havası içinde görmemizi sağladıktan) sonra, Adam Bede ve Silas Marner gibi görece başarılı romanlarından da sonra, George Eliot’ın başyapıtı Middlemarch’ı incelerken, mutsuz bir evlilik yapmış, taşra hayatına mahkûm olmuş, sanatta ve kültürde yeteneklerini görebilmek isteyen kadınlar veya bu kadınları evlere ve kendi “bilgince” çabalarına bir tür destek olarak gören adamlar arasında geziniyor olmamız, romanın serinkanlı bir zekâyla ilerliyor olduğunu o artık belirtmese de anlamamıza dönüşmüş olur. Mîna Urgan’ın her bir roman eleştirisi öncesinde, epey bir alanı yazarların kişisel ve ilişkisel dünyalarına ayırmasıyla da bağlantılıdır bu kavrama olasılığı, çünkü yine Middlemarch’ta Dorothea’nın kocası bilgin Casaubon’da açıkça bir rehber buluyor olmasını “kınadığını” okuduğumuzda, bu kez hayat da roman da birbirlerini besliyor görünmeye başlarlar (hem George Eliot evlenmeden bir adamla yaşayacak kadar asi ruhludur hem de Dorothea yaratıcısını anımsatacak kadar kestirilemezdir ve bir erkeğe bağımlı olabilme yanılgısıyla yüz yüzedir; bunların hepsi birden ise dönemin kapalı, ikiyüzlü ortamının bir tasviridir). Öte yandan Charles Dickens’ın erken ve olgunluk yılları romanlarına ayrı ayrı değindiği sayfalar yazarın kendisinden de heyecanlı bir Sanayi Devrimi çağı eleştirisine; Thomas Hardy’nin belli başlı romanları (ama özellikle Tess ve Çılgın Kalabalıktan Uzak) ise bu çağın daha da sonraya devreden ahlaksal bunalımlarını, çelişkilerini masaya yatırabilmeye bir imkâna dönüşür Mîna Urgan için. Bu “klasik” romanlar Urgan’ın kaleminde asla bembeyaz sayfalar değillerdir ve o dönemleri bir tür arınma romantizmi içinde okumaya hevesli okuru bu yüzden iki kere düşündürtecektir.
Ama Mîna Urgan’ın eleştirel bakışının, yorum gücünün asıl parladığı anlar yine Viktoryen dönemin bu kez Thomas Carlyle, John Ruskin ve Matthew Arnold gibi yazınsal eleştirmenlerini değerlendirdiği kısımlar olur. Buralarda sanki belli kitaplarla değil de doğrudan düşüncelerin kendileriyle ilgilenme fırsatı bulmuştur ve bunu kapsamlı uygarlık (sadece edebiyat değil) kavrayışına bir vesileye çevirir. Bir ülkenin her şeye karşın sınırları belli edebiyat ortamından bir imparatorluğun sınırsız dünya gücü yanılsamalarına, tahakkümüne ve zorbalığına açılarak ona Büyük Britanya’nın Jamaika’daki yerli halkı katletmesinin açıkyürekli bir reddi imkânı tanıması ve böylelikle Thomas Carlyle’nin basiretsiz tutumundan (oradaki katliamı destekleyen bir aydındır) bir siyaset ve medeniyet bilinci oluşturabilmesi, edebiyatın kısmen de olsa bir kenara bırakılabildiği durumlarda mümkün olur. Ama tümüyle de kopmaz ve söz John Ruskin’e geldiğinde, son derece dindar Püriten bir ailede yetişmiş kararsız, ürkek mizaçlı bir çocuğun yıllar içinde İngiltere’nin neredeyse her konuda fikir beyan etmekle kalmayıp bir de şaşılacak ölçüde kamuoyu yaratabilmiş eleştirmenine dönüşmüş olması, Urgan’ın elinde Turner’ın tablolarını, San Marco Katedrali’ni gerçeklerinden daha görkemle betimleyebilmiş bu ilginç adamı çok yakından tanımakla, hatta sevmekle birleşir (o zaman, ta çocukluğundan devreden sıkıntılarla, gençlik bunalımlarıyla, sinir çökkünlükleriyle yaşayan eleştirmen, gözümüzde kanlı canlı bir insan olarak da canlamış olur ve Mîna Urgan kimi denemelerinde onun tümüyle anlamsız, hatta saçma çıkarımlara gömülmüş olduğunu tespit ettiğinde, örneğin İngiltere’nin küçük bir bölgesinde tamamen iyi duygularla, ideallerle oluşturmaya çabaladığı ütopik hareketin yoksulluğu önlemediği gibi, geleceğe de dönük olmayıp sadece geçmişe saplanıp kaldığını, başarısızlığa bu yüzden yazgılı olduğunu ileri sürdüğünde hayalci tabiatına bazı başka gerekçeler daha bulmuş oluruz). Matthew Arnold’u ise, en azından Hebraizm ile Hellenizm ikiliği üzerinden Avrupa medeniyetinin biri din ve ahlâk diğeri kültür ve sanat yönlerinden belirlenecek ütopik kimliğine dönük fikirlerini “pek de” ütopik bulmadığı için olmalı, kaydadeğer bulur Mîna Urgan ve Carlyle’den de, Ruskin’den de daha yakın görür kendi çağımıza: Belki de insanlığa dair bu hevesli düşünce adamı rolünü, ayrıca geniş edebiyat eleştirmenliği kişiliğini çok önemsediği (ve şair kimliğini gölgelediğini bildiği) için, en sona bıraktığı şiirlerini iyidir, güzeldir, kötüdür diye hızlı, ama sevecen okumalara tabi tutmakla yetinir – her şeye karşın onun şiirleriyle de günümüze dair modern hayat çelişkilerini önceden haber vermiş olduğunu, bundan ötürü hâlâ ilgiyle okunabildiğini de belirtmeden geçmez.
İngiliz Edebiyatı Tarihi, sadece bir ülkenin edebiyatına gönderilmiş bir selam, okura açık denizde yardım edecek bir pusula değil: Mîna Urgan’ın yazınsal akrabalıklar bula bula kurmaktan vazgeçmediği haliyle, kendi başına bir ada konumundaki bir edebiyatı daha derin, daha evrensel edebi, düşünsel tahayyüllerle, içgörülerle birleştirmenin destansı bir tarihi aynı zamanda. Bilgilenmek için ayrı, bir edebi şahsiyet oluşturabilmek için ayrı zevk duyarak okuyacağımız uzun sayfalar boyunca bu değerli kaynaktan öğreneceğimiz çok şey var: Ama her şeyden önce yazarının canlı bir hafıza yaratabilmekteki maharetinden ötürü değerli, çünkü okumakta olduğumuz satırı daha o anda asla unutmayacağımız duygusuna veya yanılsamasına kapılmamız bile onun edebi yönden dikkatli, tarihsel yönden uçsuz bucaksız bilgileriyle hep merak uyandırıcı olduğunu bütünüyle gösteriyor. (Kaynak; Oggito)