Borges’in edebiyat dünyası ve tarihine büyük katkısı, yazdıkları kadar yazmadıklarını da düşündürmesinden kaynaklanır: Katı kalpli kimi eleştirmenlerin açığa vurmaktan ayrı bir zevk aldığı bu yirminci yüzyılın en çalkantılı dönemlerine tanık olmuş yazarın politik görüşleri ne olursa olsun, bunların hiçbir öyküsüne doğrudan sızmamış olduğunu bilmek...
Erhan Sunar
Borges’in edebiyat dünyası ve tarihine büyük katkısı, yazdıkları kadar yazmadıklarını da düşündürmesinden kaynaklanır.
Borges yaşamadığını, okuduğunu söyler bir yerde. Aklın almakta bazen zorlandığı ama akıl almaz bir simetri ve denge ihtiyacıyla hep bir arada düşleyeceği, kuşku ve mutluluk uyandıran rastlantılarla hepsi de birbirine açılan öykülerinden birinde (“Babil Kitaplığı”) insan soyunun kısa sürede yeryüzünden silineceğini, büyük bir evrene benzetilen Kitaplık’ın ise süreceğini öngören isimsiz anlatıcı (onu bir harf olarak düşünelim) gibi, Borges’in de asla bitmeyen hayal ve hikâyelerinin sonu gelmez diplerinde bir yerden hâlâ bize seslendiğine inanmamamız için hiçbir neden yok: Büyük bir ulusal kütüphanenin başına geçirilmesiyle gözlerinin ışığının gittikçe zihninin içine çekilmesinin aynı zamana denk geldiğini hatırlayacak olmamız bile, bu şaka yapamayacak kadar bilge sese kulak vermemize yeter. Borges’in her bir öyküsündeki her bir cümlenin ciddi bir soyluluğu vardır ve okurun kafasını karıştırmayı değil (eminim bunu küçümserdi), bakışımlı aynalar arasında duruyormuş gibi dünyaya ve benliğine dair içten bir şaşkınlığa kapılmasını amaçlar.
Borges’in öykülerinin hakikiliği elbette her türlü hakikilik arayışını ilk elde geçersiz kılma gayretinden doğar ve kimi zaman döngüsel bir hatırlama ayinine (“Bellek Funes”), kimi zaman da gözle görülmez ve asla bitmeyecek dümdüz bir çizgiye (“Ölüm ve Pusula”) benzeyen labirentimsi yapılarıyla, hiç söylenmemiş olanı söylemeden söyleme güçleri ve her türlü zekâ oyununu son tahlilde yararsızlığa mahkûm eden gözyaşartıcı kesinlikleriyle yavaş yavaş gerçekliğe bürünür: Okuduklarımızın yalnızca uydurulmuş birer hikâye ve hayatın (kitapların) asıl özüne ilişkin gerçek ve tesirli bir söz olduğuna aynı anda inanmamız bundandır; Tanrı dört yüz bin ciltlik bir kütüphanedeki kitaplardan birinin içindeki harflerden biriyse, Borges’in öyküleri de dilimizin ucuna, kulağımızın dibine dayanan ama tam da belirleyemediğimiz büyük bir kelimenin şifreleridir. Borges’te hayal, hikâye ve yansıtmakta çok başarılı olduğunu düşündüğüm hüzün duygusu yan yanadır ve bunların birleşimi, “Gizli Mucize”deki yazar Hladik’in Alman kurşunuyla hedef alınmasıyla infaz edilmesi arasında geçen sürenin Tanrı’nın inayetiyle zihninde bir yıl olarak canlanması gibi, okudukça içimizde küçük bir burukluk bırakır: Bu acı payının, hayat dediğimiz devasa aygıtı okurlarından mahcubiyetle gizleyen yazarın kırılgan itirafları olduğunu düşünmüşümdür hep.
Ama Borges’in görünürde tam da karşı olduğu şey budur: O öykülerini okuma zevki ve yaşantı zenginliği versinler diye olduğu kadar, kanlı bir düellonun arkasında yatan onur meselesini, esrarengiz bir cinayet zincirindeki zayıf halkaları, metinler arası geçişlerin okurların ve yazarların payına düşen imkânlarını ya da ihanet ve intikam imalarıyla dolu hikâyelerde kadınlara neden hiç yer vermediğini bulup anlayalım diye de yazar. Bunları düşünürken fazla dikkatli olup gereğinden çok ayrıntı biriktirmemiz de mümkündür, dalgınlığa kapılıp sayfalar sonra tek bir kelimeyle yeniden uyanmamız da: İnsanların rüyalarının Tanrı’ya ait olduğunu ansızın hatırlayan Hladik gibi, nasıl olsa biz okurların hayalleri de son aşamada Borges’in hatırladıklarıdır.
Borges’in edebiyat dünyası ve tarihine büyük katkısı, yazdıkları kadar yazmadıklarını da düşündürmesinden kaynaklanır: Katı kalpli kimi eleştirmenlerin açığa vurmaktan ayrı bir zevk aldığı bu yirminci yüzyılın en çalkantılı dönemlerine tanık olmuş yazarın politik görüşleri ne olursa olsun, bunların hiçbir öyküsüne doğrudan sızmamış olduğunu bilmek (okuyacağımız ilk ve tek öykü buna bizi inandırır), edebiyata çaresizlikle bağlı gerçek okurun içini açar. Çağın edebi geleneğine damgasını vuran bireysel yalnızlıklar, iç dünyalarımızın bitmeyen keşfi ya da hayatlarımızın olağan bir parçasına dönüşmüş savaşlar, katliamlar ve yıkımlar üzerine büyük ve iddialı bir söz üretme gayretinden doğan yığınla eserin, yalnızca birkaç sayfadan ibaret bir öykü ile usul usul ve güzellikle ‘unutturulduğunu’ hissetmek güven verir. İnsanın insana ettiği kötülüğün ve fazlasıyla kirlenmiş hayatlarımızın bütün dert ve kederinin kelimelerden örülü daha büyük hakikatlerin ardında silikleşip kaybolduğunu görmek – Balzac bağışlasın! – yaşamda bir başlangıç ânı gibidir. Aşktan bahsetmez yazar; cinsellik bir hayal bile değildir; geçim derdiyle boğuşan, akşamları evine dönen, gündelik hayatını bir kader gibi yaşayan sıradan insanlara rastlayamayız Borges’te; ne de ölüm, hayat ya da zaman bildiğimiz anlamlarıyla vardır: Bütün bunların yokluğunda oluşan ‘benzersiz’ bir dünyadır önümüzdeki. Ama, tabii, Borges’ten aldığımız zevk sadece kelimelerin arasında bulunmaktan oluşacak, Roland Barthes’ın seveceği anlamda bir ‘metin hazzı’ da değildir yalnızca; aranacak derin bir anlam daima mevcuttur.
Bütün bunlar da bizi Borges’in eserlerinin temelindeki yenilikçi ruha biraz daha yaklaştırır. Biçim ile içerik arasındaki ilişkinin içeriğin aleyhine geliştiği fazlasıyla ‘teknik’ bir çağda, ısrarla kendi özgün temalarını geliştirir ve bunların inanarak okunmasını, metin ile okur arasına sızan ‘Tanrı anlatıcı’ sesini (kendi sesi olduğundan hep kuşkulanırız) öykülerin iç ilişkilerine hizmet edecek bir yardımcı unsur gibi kullanarak sağlar; aşırı yabancılaştırıcı bir etmen olarak değil: Bir başkasından (diyelim bir arkadaş) dinlenerek hatırlanıp oluşturulan hikâyeler durmadan bir sohbet esnasında geliştirilse ve okura yavaş yavaş aktarılsa bile, buzdağının görünmeyen parçası gibi algımızın oluşturduğu yapıya hep bir anlam eşlik eder. Borges’in büyülü gerçekçi, alegorik ya da simgesel bir anlatımla haşır neşir ama bunların hiçbirine de tam olarak teslim olmayan öykü dünyası kelimelerden kitapların, kitaplıklardan evrenin oluşturulduğu gözle görülebilecek ‘fantazmagorik’ yapılardan meydana gelmiş gibidir.
Bir roman yazmaya girişemeyecek kadar tembel ve sıkılgan olduğunu söyleyen Borges’in öyküleri anlatmanın ve açıklamanın cazibesine kapılmış herhangi bir roman yazarından hiç de geri kalmaz, göz alıcı kristalimsi bir yapıdadır. Hayal gücünün yavanlığı ya da hafızanın nankörlüğünün devre dışı bırakılması yalnızca bir kelimeye bakar: Atalarımızın atalarının Tanrı’nın ismiyle bir tutulan ve parlak sırtında gelmiş geçmiş bütün kitap sayfalarını yansıtan bu kelimeyi bulmak için kör olduğunu bize hatırlatan Borges’in sesinde çağları aşıp gelen kadim bir yan var.