25 Ocak. Sabahın erken saatinde, telefonun ucunda sakinliğini korumaya çalışan ses, bir doktor tecrübesiyle usulca konuşurken, “Gülseren Abla vefat etti!” diyor. O anda ölüme yakın deneyim yaşayanlar gibi, unuttuğumu sandığım anılarım İsviçre saatlerinin yelkovan ve akrebine takılıp hızlıca dönüverdi, beynim uyuştu. Ağlayamadım. Sadece, “Ah canım kardeşim!” diye inledim. Onun yasını yaşarken, 6 Şubat’taki asrın felaketini haber veriyor kızım. “Her yer yerle bir oldu, Diyarbakır’daki Galeria yıkıldı" derken, DSM’deki sanat günleri hızla geçiyor bilincimden. Deprem yoksul Kürt illerini yerle bir ederken, öznel ve genel acım birbirine karışıyor. Donuveriyorum.
Ruhum çok kötü bir tatilde! Ülkeme gidememenin, yedi yıldır onu görememenin, hastalığında yanında olamamanın, toprağa verilişine tanıklık edememenin acı dehlizinde yaşıyorum. Her şey çok karanlık ve soğuk… Gecenin çıldırtıcı sessizliğinde özlemim derinleşiyor. Bir yanılsama olmalı diye düşünüyorum, alışamıyorum, kabullenemiyorum. Yokluğu yüreğimde cam parçacıkları. Elim telefona gidiyor, yaşamın katı, acıtıcı gerçeğiyle irkiliyorum. Kederimi akıtamıyorum, ne stranlara ne de şarkılara. O hüzünlü ve sır biriktirdiği gözleri hiç peşimi bırakmazken, haritadan silinen kentlerin çığlığında öznel acım donuyor, genel acının derin kuyusuna sürükleniyorum. Bu korkunç deprem felaketini görmediği için bir anlık avunuyorum. Ondan sonra tufan kentlerimiz… Yıllardır halkları ölümlere, ağıtlara alıştıranlar ve yoksulluğu kader olarak dayatanların umurunda değil, enkazlar, talanlar, göçler.
Ne dışarıya çıkmak, ne okumak ne de yazmak istiyorum; oysa başımı kitaplara yaslamak iyileştiriyor, dallarına su yürüyen ağaçlar gibi hep diriltiyordu. Ruhum bir hiçlik kuyusunda inliyor. Tuttuğum notları karıştırıyor, fotoğraflara bakıyorum. 71 muhtırasında bir kış günü, peri bacalı kente sürgüne gönderildiğimizde, şoför “Bu bebeler uzun yola dayanamaz, bir gece bizde konaklayalım, yarın yola koyuluruz.” demişti. Ellerimiz ayaklarımız soğuktan acıyordu. Şu an depremde bir enkaz olan şoförün Göksun’daki evine gittiğimizde, kuzine sobayı yakıp, kahvaltı hazırlamışlardı. Yer yatağında yan yana uzandık, duvardaki lamba titrerken, “Perili kentte okul ve hikâye kitapları var mı?” diye sormuştu kız kardeşim. Ona hikaye anlatmak isterken, annemin “Şışşt çocuklar, uyuyun artık!” sesiyle pısıvermiştik. Sabah uyandığımızda basma perdeyi aralayıp dışarıya bakmıştık. Her yer kar altındaydı. Bahçede ateş yakılmış, kara kazanı çevreleyen kadınlar mevsimlik işçi için ağıt yakıyorlardı.
Hiç unutamadığımız, belki de anımsamak istemediğimiz çocukluk anılarımızdan birkaçı kendini dayatıp, öykülerime sıçrayıverdi. Nevşehir’de geçen beş yılımızda çok şey biriktirmiştik. Yaz tatillerinde tüm çocuklar camiye gider sure öğrenirdi. Biz de gidelim dedik. Gittiğimizin ikinci günü çevremiz birkaç büyük erkekle, yaşıtımız kızlarla sarıldı. “La şunlar Kürdümüş hemi de komünistlermiş!” deyip dövmeye kalktılar, çemberi yarıp nefes nefese eve koştuğumuzda çok korkmuştuk. O akşam evde camiye gitmeme kararı alındı. Sonra Lice depreminin olduğu yıl babaannemiz gelmişti, üç ay kalmak onun için ne büyük bir işkenceydi. Türkçe konuşamadığı için eve gelen misafirlerden sıkılıp ha bire örgü işlerken, ufluyor pufluyor, “Ne zaman gidecek bunlar?” diye söyleniyordu. Bir akşam teravih namazı için bir grup kadına takılıp camiye gittiğimizde, babaannemin dizinin üstündeki eline bakıp fısıldaştı kadınlar. Tüm kadınlar iki ellerini dizlerine koyarken, babaannemin sağ elinin işaret ve büyük parmağı açı şeklindeydi. Biz de aynısını yapmıştık. Sıradaki kadınların garip bakışları altında yalnız kalıvermiştik. Babaannemin dudakları titrerken, arkadan sesler geliyordu. “Tövbe tövbe cavur mu ne bunlar!” deyişlerini kırıkça anımsarken, Ayvalık’ta birlikte geçirdiğimiz uzun yaz tatillerinin esrikliğini, cırcır böceklerinin yükselip alçalan sesini, emenen gece böceklerinin tıkırtısında birlikte olmak ne büyük bir huzurdu benim için. Ötekileriyle barışmayan, sürekli teyakkuz halinde olan toplumlarda öteki olmanın yükünü hatta sorumluluğunun ağır olduğunu küçük yaşlarda öğrenmiştik. Ayvalık’taki karşı komşu Diyarbakırlı olduğumuzu bir de yazdığımı öğrenince, yüzü gerilmiş, “Benim kocam… MHP il başkanı, ileri geri konuşursa günah benden gitti!” demişti küstahça. Sonra M bıyıklı kocası ara sıra gövde gösterisi yaparcasına dikelip duruyordu, o duruyor ben de duruyor, “Hadi bakalım!” diyordum.
Sevgili kardeşim, bizden ayrılalı bir yılın olacak. 31 Aralık’tı. Eylül gelmişti, yine kuru dolma, bamya ve domates göndermiştin. Sitenizdeki asmalardan benim için yaprak topladığını duyduğumda höyküre höyküre ağladım. Hâlâ bir şişen duruyor, bir avuç kuru bamyan da. Senin emeğinin kokusunu hissediyorum her bakışta. İçimde sana dair birikmiş, prangaya vurulmuş sözcükleri inci gibi birbirine eklemek, hatta o çok sevdiğin ve büyük emek verdiğin, alın terinle aldığın evinin bahçesine serpiştirmek istiyorum.
Zaman var mı yoksa bir yanılsama mı hiç bilemiyorum. Gittikçe çoğalıyor acımın çatlağı. Sensizliğin labirentindeki suskumda, kadınlığın, hekimliğin, emeğin ve o bir türlü vazgeçemediğin aşırı fedakârlığın yeniden şekilleniyor. Bu şekillenmede seni, kendimi ve bütün kadınları düşünüyor, neden-niçin diye sorguluyorum. O iri, hüzünlü sır dolu gözlerin dikiliyor karşıma. Gri düşlerimde hep sana doğru koşuyorum. Bizim kuşağın kadınları nahivdir, kendinden vazgeçecek kadar fedakarlığın adı, fedakârlık değil, kurban rolünü kabullenmek değil miydi? Okumuş olsak da ekonomik özgürlüğümüz olsa da, ruhlarımızı geleneksel ailevi prangalardan zor kurtarabildik, belki de kurtaramadık…
Seksen darbesinde evlerimiz bir bir aranırken, birçok ocaklar sönüp, idamlar yapılırken, siyah beyaz televizyonda entrikalarla dolu “Dallas” dizi başladığında, kent suskuya gömülürdü. Genç kızlar Lucy’ye imrenir, Bobby gibi eşe sahip olmanın hayalini kurarken, entrikacı JR’ın sincice gülüşüne eşlik eden, bir başka kötü kalpli adam, Diyarbakır cezaevindeki işkenceci Esat Oktay Yıldıran da, köpeğini mahkumlara saldırtıp, “Yakala Co, saldır Co!” diye sinsice gülüyordu.
Sağlık Koleji laboratuvar bölümünde okurken, doktor olmaya karar verdin. Diyarbakır’ın o kavurucu sıcağında sen keyifle soru çözerken, ben de kitap okuyordum. Üniversiteyi kazandığın günü hiç unutmuyorum. Sonucu öğrenmek için gazete almaya çıktığında, pencerenin önünde seni heyecanla bekledim. Kısa bir süre sonra koşarak geldiğinde, üstünde siklamen rengi keten bir pantolon ile sırtı açık toz pembe bir penye vardı. Omuzlarına dökülmüş kınalı saçların uçuşuyordu. Birbirimize sarılıp sevinçten ağlamıştık.
Okuldaki başarın çok yüksekti, sınıf birinciliğini kimseye kaptırmazdın. Sen matematik problemlerini zevkle çözerken hatta ev işlerinde anneme yardım ederken, ev işinin olduğu gün mızırdanıp kavga çıkarırdım, annemizin aşırı titizliğinden rahatsızlık duyuyordum. Annem, “Vazgeçin bundan, aklı kitaplarda, artistlerde!” derdi. Kumbarada biriktirdiğimiz paralarımızı bölüştüğümüzde, ben hemen “Cumhuriyet Kitap Kulübü”nden kitap siparişimi verirdim. O dönemler çok kitapçı yoktu Diyarbakır’da. Sen uzun süre dokunmazdın parana, paranın önemini ve dengesini bilirdin. Sonra sessizce, “Bu parayla da kitap al!” derdin.
Elektriğin ve suların sıkça kesildiği yıllarda “Lambada” şarkısı ortalığı kasıp kavururken, Küçük Emrah ve Ceylan, o tıfıl halleriyle acıklı şarkılar söylüyordu. Sonra Çernobil faciası… Halepçe katliamında ise dünya sağır ve dilsizi oynadı. Özal elinde kalemiyle, her akşam büyük bir ustalıkla halka sesleniyor, “Çayda radyasyon yok, rahatlıkla içebilirsiniz!” diye ince belli bardağıyla çayını höpürdetiyordu. “Asmayalım da besleyelim mi? Kemerlerinizi sıkın, memur eşleri de çizme giymeyiversinler.” diyen Evren, kent meydanlarında aptalca konuşmalar yaparken, anatomi dersi için gerekli olan kemikleri bir torba içinde getirmişti arkadaşların. Kuru kafatasını nohutla ıslatıp, ertesi günü papatya gibi açılışına gülmüş, biraz da ürkmüştük. Bir gün eve geldiğinde, “Yemekte ne var?” dedin. Yaprak sarması yapmıştım, yüzün gerildi, “Bugün kadavra çalıştık, adamın midesinden bir yığın yaprak sarması çıktı, yiyemem.” derken, böyle olmamalı, bunu aşmalıyım diye mırıldandın. Bitmek bilmeyen Latince isimlerin birçoğu hâlâ kulaklarımda. Yurttaki arkadaşlarını ağırlamaktan onlara değişik yemekler sunmaktan çok keyif alırdım. Sıkça gelirlerdi. O dönem Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyan Metin Can, videoda film izlemek için nişanlısıyla gelmişlerdi. İki bölümlük film: “Dünyayı Sarsan On Gün”dü. 93 yılında Elazığ İnsan Hakları Derneği başkanı olan Metin Can, Dr. Hasan Kaya ile birlikte kaçırılıp öldürüldüğünde ne çok üzülmüştük… Kontraların, beyaz Torosların cirit attığı on yedi bin “Faili meçhul(!)” cinayetler o dönemlerde işlendi.
Mecburi hizmetin Yozgat’ın ilçesi Sorgun’a çıktığında kaygılanmıştık. Her ilçenin, her küçük beldenin bir komünisti, aykırısı, marjinali mutlaka olurdu. Komünist Orhan Ağabeylerden söz ediyordun ve her yerde karşılaştığımız, “Olsun onlar da bir insan, sahi mi essahtan Kürt müsünüz inanmayız valla!” sözlerine gülüp geçiyorduk artık.
Dicle Üniversite’sinde asistanlığa başladığında hepimizin doktoruydun, her işimizde sana koşuyorduk. Uzun yıllar, “Ben doktorum" diyemedin, "hastanede çalışıyorum.” diyordun, bu söylemine en çok annem kızıyor, “Sen babana çekmişsin, bu dünyada fazla alçakgönüllü olmamalı insan, emek vermişsin, göğsünü gere gere doktorum diyeceksin" dediğinde, kırıkça gülüyor, “Hastaneden çalışıyorum işte, bilen biliyor.” diyordun. Diplomatik suskunlukları, kayıtsızlığın maskelerini, entrikaları çok iyi anlasan da onlarla savaşamayacak kadar kırılgandın. Savaşın: Suskunluk ve mesafeydi. Mesafeli, temkinli ve soğuk durmak, bir tür silahımızdı, çoğu kadınlar gibi ve gözbebeklerinde hep yorgun bir hüzün okunuyordu. Aşırı uyumlu olmak ile kendi kimliğine, düşüncelerine sahip çıkmak arasındaki farkı, rahatsızlık veren yoğun duygularını saklamaya çalışanlar, ruhsal olarak etkisiz hale gelirler gerçeğini sadece kendime fısıldıyordum. Ustaca eleştirme, yargılama hastalığına yakalanmış, narsistik krizlerine tutunduğunun farkında olmak istemeyen, kendilerini dünyanın merkezine koyan, her konuda “Ben ben” diyenlerin o aptalca rekabetleri karşısında geri çekilir ya da görmezden gelirdin. Aslında görmeyi istemek ve dile getirmek kendi oluşun “Vahşi Kadın” olmanın ilk basamağıdır diyemedim.
Yedi yıllık öğrenciliğini evde değil de, yurtta geçirmenin daha farklı olacağını dile getirmiştin bir keresinde. Coğrafya, yer, mekân, arkadaşlar, anne, baba ve kardeş ilişkileri kişiliğin gelişmesinde ve yapılanmasında belirleyici olsa da adlandırılamayan boyutların momentinde çok şey gizlidir. Erken yaşlarda başlayan Simone de Beauvoir okumalarım, Julia Kristeva’ya uzansa da, “Kendi kibrine ve başına buyrukluğuna bağlı modern insan belki acı çeken, ama asla vicdan azabı duymayan bir narsistiktir. Parçalanmış ve hızlanmış bir zaman ve uzamda, ikamet eden bu modern insan, genellikle kendi yüzünü tanımakta zorluk çeker.” gerçeğini biz kadınlar çok geç öğrendik, öğrenmemeye ustaca mecbur edildik.
Ve fedakâr, kendini unutan hep başkalarını memnun etmeye çalışan biricik kardeşim, ah anlatacak ne kadar çok şey var. Bizim coğrafyada gölgelerimiz bile can çekişir, büyümekten korkar çocuklarımız, bilirdin… Hal-î ahvalimiz böyleyken, acı bizi biz yapıyor bir bakıma, hepimiz savrulup acı çekerken, biz kadınların yükü daha ağırdır, bunu görmek istemez eril zihniyetler, onlar sadece alanlarda, masa başında ve başkalarının yanında eşitlikçi olurlar, adaletin popüler yıldızı olmak isterler. Yorulduğunu söylemeyen, o ağır hastalığında bir kerecik bile yakınmamanın adını adlandıramıyorum. İnsan nasıl bu denli kendine kıyabilir diye haykırıyorum! O vefalı kemiklerin duysun, Kurtlarla Koşan Kadınların “La Loba”sının senin kemiklerine ulaşmak isteyeceğinden hiç kuşkum yok! La Loba’ya eşlik etmek isterdim, “Yeni Köy” mezarlığına gelip o erdemli kemiklerini bir araya getirip onunla birlikte kadınlığın şarkısını özgürce sonsuz ufka doğru söylemeyi isterdim. Ölümünden sonra gazeteler “Covid’in Kahramanı” diye yazdılar. Ne çok çalıştın canla başla ve usulca… Vakit buldukça okurdun, mesleğin ile ilgili araştırmayı hep yaptın. Unvanlar ve yükselişler sınavla olsaydı seni kim durdurabilirdi ki! Dik duruşun ve rengini belli etmenin bedeli vardır, aydınlanmamış karanlık toplumlarda. Sana “Kurtlarla Koşan Kadınlar”dan söz etmiştim. Yirmi yılda yazılan bu kitabı her kadın okumalı dediğimde, “Böyle kitaplar sakin bir ortamda okunmalı, şu an çok meşgulüm” demiştin. Yanımda olsaydın sana bu paragrafı okumak isterdim. “Vahşi kadın bütün kadınların sağlığıdır. Onsuz kadınların psikolojisi anlamsızlaşır. En tutsak kadın bile, vahşi benliğinin yerini savunur. Öte yandan kadınların zayıflıkları üzerine çok kalem oynatılmıştır. Kadınları zayıf düşüren, içsel ve kültürel etkenleri uygun bir şekilde hesaba katmalıyız. Başka yapacak bir şey kalmadığında dilini tutmaktan korkmak, sesini yükselterek, karşı çıkarak konuşmaktan korkmak… Kadınlardaki bu fazla nazik fazla uyumlu tavırlar genellikle dışlanmaktan ya da 'Gereksiz' bulunmaktan duydukları umutsuzca korkudan kaynaklanır. Bazı kadınlarda adaletsizliğe tepki gösterme yeteneği, giderek zayıf düşmüştür ve bunlar da genellikle intikam almak için bekleyen gönülsüz şehitler haline gelirler. Yabani kadın, yolunu tekrar yapan kadındır. Uyanık olmayı, dikkat etmeyi, safdillikten ve bilgisizlikten kurtulmayı öğrenmektir, o hayatını kendi ellerine alır. Bir anneyi çökertmenin yolu, onu duygusal olarak bölmektir.” diyor. Buna bir şey de ben ekleyeyim, hatta annelik rolünü de çalmaktır. Kierkegard, “Oysa bir insan başka bir insana engel olmak dışında hiçbir şey olmaz.” derken, Luce Irigaray ise şöyle diyor. “Erkek kamusal alanın efendisi haline gelir. Kadınlar evde, tanrılar da tapınaklardadır. Bir yandan doğa, bir yandan tutsaklık, kalbin ve hafızanın bekçisidir. Erkeğin arzuladığı şey: Artık kadın ya da tanrıça değil, kadını kendi eril dünyasına hapsetmek için biçimlendirdiği temsillerdir. Kadın söz kaynağıdır, belki de erkeğin gördüğü ama hiç söylemediği kadın.”
Sana hiç kıyamazdım, birileri geldiğinde ne istiyorsun diye sorardın, hiçbir şey istemiyorum desem de sen hep ısrarcı olurdun, babaannemizden bize miras kalan, ikramlarımızda “Yiyin yiyin” demelerimiz gibi. Bu konularda bildiğini okurdun. Hiçbirimiz senin gibi yeğenlerin doğum günlerini anımsamadı, bu incelik sana özgüydü. Otistik çocuğa sahip kız kardeşimize kol kanat gerdin, kayıtsız ve şartsız bu yardımı yapmak isteyen sendin. Kardeşimizin işinin kolay olmadığını, aynı zamanda, üç çocuğa bakan, koşuşturan emekçi bir öğretmen olduğu gerçeğini hep anımsardın ve en çok da o etkilendi. Bu yardımların, aşırı fedakarlığınla bizi de kendini de yoruyordun. Birilerine acımanın ve koşulsuz yardım yapma isteğinin de bir tür iktidar duygusu içerdiğini düşünsem de seni incitmemek için susuyordum.
Eylül Cenevre’ye geleli bir hafta olmuştu, bunu bile hesaplamış, ağır hastalığını hemen söylememiş, anne ile kızın keyfini kaçırmak istememiştin. Aile fertlerinin ve senin ses tonundan bir şeyler olduğunu sezdim, ağır hastalığını öğrendiğimizde 31 Aralık’tı.
İnsanın sevdiklerinin ve yakının ani ölümü başkadır, kısa süre içinde öleceğini bilmesi farklı şeydir. Kırgızlı yazarın dediği gibi gün uzayıp yüz yıl oluyor. Bir de gelememek, yanında olamamak. Diasporayı yaşayan bilir ancak derlerdi, şimdi bunu ben ve benim gibiler yaşıyor, görüyor.
Fransız bir yazar arkadaşıma yazdığım mektupta, Cenevre’nin şahaneliği, çikolata, parfüm kokan caddeleri beni avutmuyor diye yazmıştım. O ıssız, nemli sokaklarda bir başıma yoruluncaya dek dolaştım. “Sahiden sen bizi bırakıp gidiyor musun Gülseren?” diye ünledim karanlığa. Kemoterapine Diyarbakır’da başlandı. Hep dengeni, onurunu korumaya çalışan o ruh halinle, bir hekim bilinciyle, “Ben her şeye hazırım, ne yapabiliriz, neyse o olacak!” dediğinde, beynim uyuştu. Seni nasıl arayacağımı, nasıl davranacağımı bilemiyordum, uzaklık birçok şeyi baltalıyor. Hastalığında meslektaşın olan kardeşimiz o yoğun programına karşın her hafta Diyarbakır’a geliyordu ve üzüntüden mecali kalmamıştı. İki kez Malatya’da geçirdiğin operasyona atlmış sekizli kardeşimiz ile babamız da gelmişti. Her an iletişim halinde olmakla orada gibi hissediyordum kendimi.
Hastalığının teşhisi konulduğunda, ilk hastalıkla ilgisi olmayan bir organda nüksetmesi ve yaygın olması, zaten yaşama şansının çok az olduğu söylenmişti. Biz gene de umut ediyorduk, hiç inanmadığımız şeylere inanıyorduk. Günde üç dört kez konuşuyorduk, akşamları telefon açtığımda odanda hep yalnızdın.
İstanbul’da bir iki kemoterapi aldın, zaten bu tedavi her yerde aynı demiştin. Son bir buçuk ay, kemoterapiye gerek duyulmadığında hepimiz günlerinin sayılı olduğunu biliyorduk. Artık ölümü kabullenmiştin. Ne sitem ediyor ne de yakınıyordun, zaten hiçbir zaman etmedin ki!
Gerçek duygular böyle anlarda kendini gösterir, hiç kimse bunun önüne geçemez, en değme oyuncu bile. Yılbaşını meslektaşın kardeşinin evinde geçirdin. Masa başında çekilen fotoğrafları gönderiyorlar. Üstünde krem rengi bir eşofman ve krem rengi bir şapka var. İki yeğenle ailecek gülümsemeye çalışmışsın.
Son günlerinde haftanın üç günü kardeşinde, dört gün de kızında kalıyordun. İstanbul’a geldiğin ilk günlerde henüz durumun ağırlaşmadan, meslektaşın olacak oğlunun yanına İzmir’e gidiyorsun. O haldeyken bile oğlunun eksikleri için çarşıya çıkıyor, buzluğuna bir şeyler koymaya çalışıyorsun. Bir gün yine telefon açtığımda, dışardaydın, “Ağır küçük adımlarla dinlenerek semt pazarına geldim.” dedin. Pazardan iki şal almıştın, hardal sarısı olan benim, lacivert olanı da annelerin annesi kız kardeşimizindi.
Yarı yıl tatilinde doktora sürecinde olan kızın dört günlük bir tatil programı ayarlamıştı. Bana Sapanca’da kalacağınız yerin göl manzaralı linkini gönderiyorsun. Belli belirsiz sevinirken, durakladın. “Bilmem gidebilir miyiz, belki de gidemeyiz.” dedin.
İçimdeki acı volkanını hiçbir şey avutamıyordu. Diaspora ruhu ve karakterleri öyle bir şey ki, yerinde duranlar, hiçleştiren nostaljiye takılanlar, sistemin duygusal, karamsar köleleri haline geliyorlar. Bilinç yenilenmesinden korkanlardan bir şey beklemek, diyalog kurmak mümkün değil, tutunamamaktan yardımlaşmayı unutuyorlar, her şey bir borca dönüşüyor. Öğrencilik yıllarında dizlerindeki kemikleri evirip çevirerek mırıldanışın geliyor gözlerimin önüne. Daha fazla çalışabilmek için başını soğuk suyun altına tutuyordun. Başında havlun, uzun kirpiklerinde su damlacıkları. O an gülümsedim. “Kirpik ucunda titreyen yaş gibiyim, korkuyorum kuzguni geceden yarından.” Diye not düştüm. Şiirim “Sanat Olayı” dergisinde yayınlandığında, bunu bana sen yazdırdın demiştim.
Altmış sekizli kardeşimiz, okulda ders anlatamıyorum çocuklara diyordu. Seninle olan soluk siyah beyaz fotoğrafı gönderiyor. Altı yaşındasın o üç yaşında, duygulanıyorum. Hepimiz gerilmiş tellerde can çekişen kuşlar gibiyiz…
Ölümüne dört gün kala hafta sonunu kardeşindeydin yine. Ortak mesajlarımızda her şeye hazırlıklı olmalıyız cümlesi geçiyordu. Kardeşimizin ısrarlarına karşın kızına gitmek istemişsin. Bir hekim hastasını soluğundan, ten renginden anlar. Gittiğinin ertesi günü kapına dayanıyor, “Seni bırakmam ya sen gelirsin ya da ben burada kalırım.” deyince, kabulleniyor evine gidiyorsun. O gece kaygılanıyorlar, seninle aynı odayı paylaşmak istiyorlar, kabul etmiyorsun. Duş alıyor, uzanmak istiyorum diyorsun. Saat: 22.30’ da oğlun telefon ediyor. “Telefon çalıyor ama açamayacağım, iyiyim iyiyim.” diye mırıldanıyorsun. Sonsuz evrene karışma yolculuğunun başladığını mutlaka biliyordun. O gece saat 2.30’a kadar uyuyamadım. Bir pelte gibi yatağa nasıl uzandığımı anımsamıyorum. Avrupa saatiyle 4.00 gibi ısrarla çalınan telefonla uyandığımda, boğazım kurudu, anladım.
Clarissa Estess’in “Yanlış sergilenen hanımefendiliğin bir kadına nefes aldırmak bir yana, nasıl boğucu olabileceğini gördüm.” sözünü kadınlar hiç yabana atmamalı dersem bana kızar mısın kardeşim. Emeğinin, erdeminin, insanlığının anısına hep saygı duyup seni hep içimizde yaşatacağız.
Not: Bu makale Gazete Duvar için kaleme alınmış