Bulunduğu noktada, dünya güneş etrafında bir döngüsünü tamamlamak üzere, ama o güneşin doğuşunu, belki de bulunduğu zamanı umursamıyor. Bunun gibi, ayın karanlık yüzünü gösterdiği gecede yıldızlar da onu umursamadan bu kentin surlarına ışıldıyor. Ve öteki kentin
ışıkları da yıldızları umursamadan güvercinsiz çatılarda parlıyor.
Ve de her iki kentte insanların şimdi uyuduğunu zannediyor. O zannedilenlerin bir kısmı bir çalışma gününe taze bir güçle başlamak için rüyalar selindedir. Ama onun güneşle başlayacağı bir işi ve uyuması için bir nedeni yok. Yasaklar ve kaygılar sosyal sorumluluklarını da alıp götürmüş. Böylece güneşin doğuşuyla işi için ya da başka bir toplumsal koşuşturmanın telaşına giremeyecek. Bir kesim işe giderken o mekanın da diğer kesimin gerilimleriyle baş başa kalacak.
Kara taşlı eski bir Suriçi evinin tavanında sallanan ampulün ışığı altında duvara asılı diploma ve sertifikalarını yakası geliyor. Onları unutarak nasıl bir işe başlayabilirim diye düşünüyor.
Çünkü bu zaman da okumak işsizliğinin ve eve tutsaklığının nedenidir. Sistemin yürütücüleri, birlikte yaşadığı, açlığa ve sefalete şükreden insan kalabalıklarıyla beraber el ele onu yalnızlık ve işsizlikle cezalandırmaktadır.
Birazdan güneşin ışıkları Dicle’den, bu kentin, doğu surlarının yanık taşların da parlayacak.
Ve bu zaman da beton taşlarla duvarlanmış mekanlar da güneşi karşılamayanlarla kendini kıyaslayınca, birazcık rahatlıyor. Ama her bu kentli gibi sabaha doğru gelebilecek kentin davetsiz misafirlerle, o mekanlara zorunlu misafir olma ihtimaliyle yüreği burkuluyor, göz kapakları düşüyor. Uyuma ihtimaliyle tavanda sallanan ampulü söndürüyor. Ay kararmış, yıldızlar yalnızlığına göz kırparcasına yanıp yanıp sönerken gözleri ve zihni yeniden geriliyor, uykusu yeniden kaçıyor.
Zaman mı yanlış? Yani evrenin yanlış bir zamanında mı yaşıyor? Yoksa yanlış olan zaman
değil, yanlışlıklar zincirini dizenlerin halkasına mı takılı kalakalmış. Ve kendisi bu zincirde halkalı bir köle midir?
Bu sorularla pencereden kanepeye düşüveriyor. Şimdi nasıl kendimden uzaklaşırım diye düşünürken, öteki kentin sakinlerinden telefona gelen müzikli mesaj sesleriyle irkiliyor. Ve yine yanlışlıklar gündemine dönüveriyor.
Demek ki öteki kentte de kendi gibi uyumayanlar var. Her öteki kentli gibi telefon mesajlarına bakıyor. Öyle ya akıllı telefonlar bu zaman da geceleyin öteki kentlilerin en iyi arkadaşıdır ve gizemli gecelerin, yıldızların, mavi ayın, rüyaların, hayallerin pabucu dama atılmıştır.
Onlarca mesaj için de hem düşdaşı hem kaderdaşı ama öteki kentte barınan kadının mesajı gözlerini çekiyor. Keşke Hevsel’e karşı Keçiburcu’nda çektiği o profilinde ki resim gibi her daim masumane, şakamsı tebessüm edebilse ve bu zaman da yaşamasa diye iç geçiriyor.
Yatmadan önce, selamsız ve büyük harflerle yazılmış mesaj belli ki onu yeni bir düelloya davet içinmiş. Ama düelloya daveti kabul etmek niyetin de olmadığı için gözleri mesajdan kaçmıştır. Çünkü düello kendisi için dünya ve güneş sistemin de pusulasını şaşırmış bir kadınla değil, asıl onu işsiz bırakan sistemle önceliklidir. Hem onunla meselesi galaksilerde milyarlarca yıldızın umurunda değilken neden düelloyu davet etsin?
Tekrar yorgun bedeniyle pencereye dayanıyor. En iyisi yıldızlara bakmak ve güneş sisteminin insanlarından bir süreliğine de olsa kurtulmaktır. O öteki kentli şimdi muhtemelen rüyalar da, başka bir zamana geçmiş, mutluluğu arıyordur. Belki uzak galaksiler de başka bir dünyada yaşamaya umutlanmıştır. O umutla güneş gibi bir yıldızla olacak güzel hayaller kuracaktır.
Belki de şimdiki zamandadır ve bir aşk heyecanı yaşamaktadır. Böyle umuyor olsa da düello girişimi hayır diyor. Çünkü aşk her zaman öteki düelloları erteler. Hissediyor, o şimdi rüyalarında düellodan kaçan kendisini paralamakla meşguldür. Oysa günlerdir büyük bir çaba ile unutmaya çalışıyor, öteki kentten kaçıyordu. Demek ki öyle olmuyor, uzaklaşma isteği yetmiyor. Ve zamanın gecelerinde, zihin evreninde bilinmez çekişme devam ediyor.
Güneş yaklaşıyor, yine bilinmezlikler onu uykusuz bıraktı. Kendinden yıldızlara doğru uzaklaşması lazım diye harekete geçiyor. Ama nafile, sanki sistemle ittifak yapmış gibi yerçekimi onu bırakmıyor. Belki birkaç satır yazı iyi gelecek. Fakat yerçekimi , gözleri de güçsüzleştirmiş, kağıtlara iki satır yazı aktaramıyor.
Güneşin ışıkları vardı varacak. Sorular ağırlaşıyor. Telefon elinde, neden bu resim, neden bu mesaj, neden düello diye peş peşe sorulanıyor. Oysa sorular zaman gibi bilinmezdir. Onca teoriden bağımsız şimdi esas olan uykusuzluğunun çaresizliği ve ruhunun güçsüzlüğüdür.
Neden güçsüzlüğünden kaçamıyor? On yedisinde dünyayı kurtarmaya soyunan bu adam neden şimdi kendisini kurtaramıyor? Yoksa devrimci olmayı aşktan daha çok önemserken, zaman her ikisini de birden mi kaçırıverdi. Evet, onca bedel boşuna değildi. Çünkü bu coğrafya da hayat ona onca imkan sunarken samimi değildi. Doğrusu o sahte cennete girmek istemedi. Onu belki de salt üretirken kabullenen, ötekisin de yok sayan düşdaşları üzüyordu.
Ve onunkisi o güzelim sevgiye uzak dur diyen kaçak düşdaşlarına bir sitemdi.
Güneş şafakta ona yer çekimli sözler fısıldıyor. On yedisinde verdiği dünyayı kurtarma sözü onu hala kışkırtmaktadır. Ama nasıl yürüyecek, kaçak düşdaşlarıyla nasıl buluşacak, zamanla nasıl baş edecek, öteki kentlilerle olası düellolardan nasıl kurtulacak, bilememektedir.
Ve bu kentin sakini, öteki kentlilerle kavgalı adam, güneşin doğuşu ile şimdi yeni bir isimsiz kavgaya bilenmektedir. Karşıtlar çok mu çok fazla, çok mu çok güçlü ve çok mu çok şanslı yıldızların umurunda değildir.
Kazanamayacaksın bu kavgayı hiç olmazsa yenilme diyor, güneş. İnkar edemezsin, hala bazı yıldızların umurundasın ve senden umutlu bazıları da var hala, diyor.
Ve güneş bu kentin tepesindeyken, Ahmet, bu zaman da sen değil, sana acı çekmek özgürlüktür diye öğreten öteki hayat düşünsün, diyor.