Ne zaman Diyarbakır’la ilgili bir haber görsem, aklıma hep (Fransız Anadolu Enstitüsü kurucusu ve ilk direktörü) mimar, ressam, gezgin, arkeolog, sanat tarihçisi Albert Gabriel (1883-1972) gelir. 1931 yılında, dönemin Diyarbakır Valisi’nin “şehrin genişlemesi ve hava alması için” surların yıkılması için verdiği emri, bakanlığa yazılar yazarak, entelektüel çevreleri bilgilendirerek o engellemişti. Bu sefer de öyle oldu. Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde düzenlenen UNESCO Dünya Mirası Komitesi'nin 45. Oturumu sona erdi. Komite Diyarbakır ile ilgili kararı bir sonraki oturumuna erteledi. Küçük bir topluluğun dışında kimsenin gündemine almadığı ya da fark etmediği bu olay UNESCO’nun kuruluşundaki amaçlardan ne kadar uzaklaştığını da gösteriyor.
Fotoğraftaki kişinin bu bakışına hep tutulmuşumdur.
Neredeyse bir asır öncesinden bize muzipçe bakan bu kişi, Anadolu’daki kültür varlıklarının keşfedilmesinde, araştırılmasında önemli bir rolü olan kişidir.
Dünyanın en önemli şehirsel kültür varlıklarından biri olan Diyarbakır surlarını da yıkımdan kurtaran kişidir. Yakın tarihte bulunan, Anadolu’nun kültür varlıklarının bilinmesi açısından olağanüstü değer taşıyan arşivinin -mirasçılarının da onayı ile- Fransa Kültür Bakanlığı tarafından erişime açıldığını da belirtelim.
Bu eşsiz arşivin Anadolu’nun kültür varlıklarının korunması, tanınması, bilinmesi açısından büyük bir değeri var.
Ne zaman Diyarbakır’la ilgili bir haber görsem, aklıma hep (Fransız Anadolu Enstitüsü kurucusu ve ilk direktörü) mimar, ressam, gezgin, arkeolog, sanat tarihçisi… Albert Gabriel (1883-1972) gelir.
Nitekim bu sefer de öyle oldu.
Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde düzenlenen UNESCO Dünya Mirası Komitesi’nin 45. Oturumu sona erdi. Basındaki haberlerde Komite’nin Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı’nın “Tehlike Altındaki Miras Alanı Listesi”ne alınma önerisi kabul edilmediği, kararın bir sonraki oturuma (2024) ertelendiği de yer alıyordu. UNESCO Dünya Miras Merkezi ve danışma organı olan Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) “bütünlüğünün, kültürel öneminin ve tarihi kentsel dokusunun tehlike altında olduğunu tespit ettiği” bir rapor hazırlamıştı. Komite kararı bir sonraki oturuma erteledi.
Bu haberi görünce aklıma Albert Gabriel geldi
Diyarbakır surları ile ilgili bu haberi görünce ister istemez aklıma Gabriel geldi. Diyarbakır söz konusu olunca onu hatırlamamak mümkün mü? Eğer o olmasaydı dünyanın Ortaçağ’dan günümüze kalan en büyük şehirsel sur varlıklarından biri yok edilmiş olacaktı.
1931 yılında, dönemin Diyarbakır Valisi “şehrin genişlemesi ve hava alması için” surların yıkılmasını emrediyor. Top atışlarıyla, dinamitlerle tam surların yıkımına girişilmişken Albert Gabriel durumu fark ediyor. Bakanlığa yazılar yazarak, entelektüel çevreleri bilgilendirerek surların yok edilmesini engelliyor.
Gabriel bütün hayatını Anadolu’nun kültür varlıklarını kayda geçmeye, araştırmaya, tanıtmaya, korumaya adamış bir kişi. Hem iyi eğitimli çok disiplinli bir uzman, ama hem de bir flaneur, bağımsız bir gezgin. Yalnızca Diyarbakır surlarını değil, neredeyse bütün Anadolu’daki kültür varlıklarını yıllarca uğraşarak, karış karış dolaşarak araştırıyor, olağanüstü bir titizlikle onların kayıtlarını tutuyor, çizimlerini yapıyor, fotoğraflarla belgeliyor, tanıtıyor. Bu bilgilerin günümüze ulaşmasını sağlıyor. Ömrünün büyük bölümünü yaz-kış demeden burada geçiriyor, kendisini bu coğrafyaya adıyor ve ayrıca günümüze uzanan bir birikim yaratıyor, birçok değerli uzmanı yetiştiriyor. 1926- 1962 yılları arasında gerçekleştirdiği araştırmalar, çalışmalar bugün Anadolu’nun kültürel miras zenginliğini kavrayabilmek için eşsiz bir kaynak oluşturuyor.
Peki diyeceksiniz koskoca UNESCO ve ICOMOS gibi kurluşlar bile bu kadar etkili olamazken bir kişi, Gabriel ya da “elin Fransızı” nasıl oluyor da Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel alandaki çalışmalarında bu kadar etkili bir rol oynuyor?
Bunun nedeni ne olabilir? Belki de en önemli nedeni, bu kişinin hayatını Anadolu’nun kültür varlıklarına adaması, muazzam çalışma azmi. Aynı zamanda çok yönlü kişiliği, yetenekleri, bilgisi. Ama en önemlisi de bağımsızlığı.
Ancak şartların da değiştiğine işaret etmek gerekli.
Bugünün şartlarında “bir Fransız olarak” bunu yapabilir miydi, açıkça söylemek gerekirse hiç sanmıyorum. Diyarbakır’ın Ortaçağ’dan kalan ve dünyanın en önemli şehirsel sur varlıklarından birini yıkmaya girişen bir valiyi bırakın durdurmasına, araştırmalar yapmasına ve bunları yayınlamasına, hatta büyük ihtimalle dolaşmasına bile izin verilmezdi.
Diyeceksiniz ki “arkasında Fransız Devleti vardı, o yüzden bu imkanlara sahip oldu.” Hayır, hiç öyle değil, Gabriel sanıldığı gibi devlet destekli bir uzman değildi. Ayrıca resmi politikalar ile uyumlu bir kişi de değil. Ancak entelektüel çevrelerle çok yakın bir ilişkisinin olduğu muhakkak. Kurmuş olduğu kurum, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ise değerli arşivi, uzmanları, araştırma programları ile hala ayakta.
Eğer benim fikrimi sorarsanız, Fransa’nın resmi kurumlarına bağlı olduğu halde uzmanlığın gerektirdiği gibi tamamen özerk olduğunu söyleyebilirim. Bugüne kadar bir kere olsun resmi politikaları temsil eden, angaje bir yöneticinin atandığını görmedim. Tam tersine enstitünün direktörleri, çalışanları olması gerektiği gibi bağımsız bilim insanlarından oluşuyor. Bağımsızlığını sağlayan da bir devlet kurumu olmasına rağmen yöneticilerinin bağımsız bir heyet tarafından, açık bir değerlendirme yöntemi ile atanması. Bu arada bir de Türkiye devletini temsil eden bir elçiliğin ya da kurumun içindeki kişilerin, yöneticilerin hangi kriterlere göre atandığını bir düşünün.
Tarihi bir şehrin tıpkı bir “oyun çamuru” gibi yumuşaklık kazanması
Diyarbakır surları, dünyanın en görkemli şehirsel sur varlıklarından biri, eşsiz bir kültür varlığı olarak 2015 yılından beri Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Diyarbakır ortaçağdan kalmış şehirsel sur varlığını koruyan ender şehirlerden biri. İçinde yer alan şehir dokusuyla birlikte değerlendirilmesi gereken bir bütün.
Ortaçağ’dan kalan bu şehir dokusu, yani UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan surlarının ayrılmaz bir parçası olan Diyarbakır şehrinin tarihi merkezi, günümüzdeki adıyla Sur, 2015-2016 yıllarındaki çatışmalar sırasında hoyratça top ateşine tutuldu, büyük bir tahribat yaşadı. Yüzlerce insan öldü. Onbinlerce insan şehri terk etti.
Çatışmalar sonrasında bir ikinci felaket daha yaşandı. Şehrin tarihi merkezi, Sur, sivil mimarlık eserleriyle, anıtlarıyla büyük bir tahribat yaşamış olsa da yeniden ayağa kaldırılabilecek durumdaydı. Ancak tıpkı 6 Şubat depreminden sonra Antakya’da yapıldığı gibi bu doku ihtimam gösterilerek onarılarak korunmak yerine neredeyse tamamen kazındı.
Tarihi bir şehrin tıpkı bir “oyun çamuru” gibi yumuşaklık kazanması elbette ki kendi başına bir şeylerin göstergesi.
“Diyarbakır’ı öyle inşa edeceğiz ki aynen Toledo gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek.” Bir akademisyen olduğunun altını her fırsatta çizen Ahmet Davutoğlu’nun sözleriydi bunlar. “Toledo da nereden çıktı”, diyebilirsiniz. Toledo İspanya’nın 17 özerk bölgesinden birinin başşehri. İspanya iç savaşında faşistlerin muhasara altına aldığı, bombaladığı şehir.
Bu nedenle merak konusu olan ise Davutoğlu’nun Toledo’nun nesini örnek olarak gösterdiğiydi: Özerk bir yönetimin olmasını mı?.. Faşist Franco kuvvetlerine karşı direnişini mi?..
Gafını fark ettiğinde ise “hayır, ben onun Endülüs geçmişini kast ettim” demişti.
Gene de onun hayalindeki “Ortaçağ İslam Şehri” ile TOKİ aracılığıyla müteahhitlere yaptırılan proje arısında bir benzerlik bulmak neredeyse imkansızdı. Bu idealin gerçekleşmesi için önce tarihin imha edilmesi, insani ilişkilerinin kazınması ve sonra yeniden inşası gerekti. Eski bakan (Mehdi Eker) Diyarbakır projesini anlatmıştı: Göçlerle büyüyen bugünkü şehir kendi ideallerini yansıtmıyordu. Yeniden inşa edilmesi gerekiyordu!
Gabriel’in fotoğrafladığı, çizimlerle kayda geçtiği Suriçi Diyarbakır, yani tarihi şehrin Ortaçağ dokusunu koruyan yerleşim alanı hiç şüphesiz yalnızca binalardan, taşlardan ibaret değildi. Yakın tarihlere kadar içinde çok farklı renkler taşıyordu.
Dünyanın binlerce yıllık bu eşsiz tarihi mirasının bir çatışma sonrasında bir kentsel dönüşüm projesi ile bir anda yok edilmesi, hiç şüphesiz devletin kültür politikalarındaki önemli bir kırılmaya işaret ediyor, tıpkı Süleymaniye, Sulukule, Ayvansaray gibi tarihi semtlerdeki kentsel dönüşüm projelerinde olduğu gibi…
Ancak bu işlerle ilgili küçük bir topluluğun dışında kimsenin gündemine almadığı ya da fark etmediği bu olay –ve dün sona eren Riyad toplantısında görüşülmeyen karar- UNESCO’nun kuruluş amaçları açısından neye işaret ediyor, onu da bir sonraki yazıya bırakalım.
Not: Çatışmalar sonrası şehre gittiğimde şehir merkezinin bütün giriş ve çıkışları beton duvarlarla kapatıldığını gördüm. Şehrin tarihi merkezine girmek yasaklanmış ve fiilen dışarıyla ilişkisi koparılmıştı. Görüntüleri fotoğraflarken bir an ellerinde otomatik silahlar olan güvenlik güçlerinin dikkatini çektim ve kısa süreli bir gözaltı yaşadım. Neyse ki mimar ve yazarlık kimliğimi kullanarak fotoğrafları silmem koşuluyla nasıl olduysa salıverildim.