Şakir Diclehan Yazdı: Nazım Hikmet’in eski, Necip Fazıl’ın yeni durumu

Bir insanı ya da bir toplumu, şu ya da bu şekilde harekete geçiren itici güç ve duygu, dıştan geldiği gibi çoğu zaman içten gelir. İnsanların doğruları yanında, devletin de yanlışları olmasına karşın, zaman zaman doğru kabul edilen ancak yanlış olan doğruları vardır.

Bir zamanlar topluma yapılan telkinlere göre, o, “komünist”ti, “kaçak”tı, “hain”di, “Türkiye düşmanı”ydı!..Fakat zaman geçti, algılar değişti, toplumun beyni fena halde yıkandı. Çünkü “devletin doğruları”, “mutlak doğru” sanılıyordu. Oysa ki sonra, devleti yönetenler, sırasıyla şiirlerini okumaya başladılar onun.... Demek ki, “Devletin hem doğrularını ve hem de yanlışları”nı “zaman” yalanlamıştı.

Hoş, var olası devlet, kendi ideolojik yapısını bir türlü aşamadığı için, kendisine aykırı düşünen her düşünceyi susturmaya çalışmış, her başkaldıranı mutlak manada bastırmış, hatta koparmak için elinden geleni yaptırmış ve bu yüzden de hiçbir şaire huzur vermemişti geçmiş dönemlerde...

Mehmed Âkif’in başına gelenler, deyim yerinde ise, pişmiş tavuğun başına gelmemişti. İstiklâl Marşı şairinin İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmaması için, devletten önce davranıp kendini Mısır’a sürgün etmiş ve birçok insanın tahammül edemeyeceği çileler çekmişti...

Sabahaddin Ali, Sinop zindanındaçürümeye terk edilmiş, tükenmeyince Bulgar sınırını geçmeye çalışırken bir suikast sonucu ortadan kaldırılmıştı...

Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi şairler, hapishaneleri mesken tutmuş, her birine bir “kulp” (kimisine komünist, kimisine hain, kimisine gerici denilerek mimlenmişlerdir) takılıp öldürülmekten beter edilmişlerdir! Bunların içinde Yahyâ Kemal Bey Beyatlı’nın kaleme aldığı “Ezan Şiiri” doğrusunu söylemek gerekirse, tam bir şâheser olarak kendini göstermiş ve ortaya koymuştur.

Yahya Kemal, “Ezan-ı Muhammedi”nin yasak olduğu dönemde, kendini tutamayıp “Ezan-ı Muhammedi” başlıklı şiirinde:

“Emr-î bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî,

Kâfî değil sadânacihân-ı Muhammedî;

Sultan Selîm-i Evvel’irâmetmeyüp ecel,

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî”

Dizeleriyle başlayan bu şiir okunurken, kulaklar, sanki tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ve okunan sabah ezanlarının lâhûtîsadalarıyla çınlanıp şenleniyor.

“Ezân-ı Muhammedî” şiirine bu özelliği ve güzelliği kazandıran iki ögeden biri, Yahyâ Kemal gibi güçlü bir şâirin eseri olması, diğeri ise zorlu ve sıkıntılı şartlar altında kaleme alınmasıdır.

Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan, Türkçe ibadet ve “vatandaş Türkçe konuş” denilerek ortalığın velveleye verildiği, zihinlerin bulandırıldığı ve dînî kavramların sulandırıldığı bir dönemde, İslâm’ın asliyetini ve sâfiyetini bozmak için elden gelen gayretin gösterildiği, âdeta terör estirildiği bir zamanda, böyle bir şiiri kaleme alması, Yahyâ Kemal’in aynı zamanda cesur bir karaktere sâhip oluşunu gösteriyor. Şair geçinenlerin, dalkavukların ve ikiyüzlülerin oldukça bol olduğu o dönemde, Mehmet Âkiflerin, Yahyâ Kemallerin, Necip Fazıllarınve benzerlerinin değeri bir kat daha artıyor.

Yahya Kemal’in ezan-i Muhammedi’yle ilgili çok vahim ve bir kadar da hüzün verici öyküsü vardır: “Ezan Hasreti”ni dile getirdiğinden ötürü, diplomatik pasaportu elinden alınarak iptal edilmiş ve eziyet çektirilmiştir kendisine...

Nazım’ın ise, “Sekizyüz Elli Yedi” isimli bir “Fetih Şiiri” vardır. Hele ikinci kıtası çok anlamlı ve oldukça dokunaklıdır. İnsan bu şiiri ne zaman okursa, o insanın içinde İstanbul diriliverir. Nazım Hikmet, “Sekiz Yüz Elli Yedi” isimli “Fetih Şiiri”ni 1921’de yazmıştı. Belki, üzerine o kadar gidilmeseydi ve devlet, biraz daha demokrat, azıcık müsamahakâr olabilseydi, kim bilir belki bu şiirden bir kaç tane daha yazılmış olurdu. Ve bu gün elimizde, daha nice “Fetih Şiirleri”  bulunurdu.

“O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın...

‘Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın,

Hak yerine getirdi en büyük niyazını:

Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını.”

Şiirde geçen “Belde-i Tayyibe” ifadesi, özellikle 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı sonrası edebi eserlerde 'İstanbul' yerine kullanılmaya başlanmıştır. “Belde-i Tayyibe” ifadesinin Ebced hesapla karşılığı olan 857 ise, Hicrî tarihle İstanbul'un fethinin olduğu zamanı işaret etmektedir. Nazım’ın bu mısralarında,

“İstanbul benim canım,

Vatanım da vatanım,

İstanbul…

İstanbul..”

Diye inleyen başka bir şairin, yani Necip Fazıl’ın iniltileri duyulur adeta. Ancak hakkı teslim etmek babında, İstanbul’u bu kadar güzel, akıcı bir üslupla, kapsayıcı bir ifade ve insanda heyecan uyandırıcı böyle bir şiiri kaleme almak, her babayiğidin, her sanatkârın ve her şairin işi değildir.Birden, zıt kutupların, iki ayrı dünyanın ve birbirine uzak iki şairin, İstanbul’a sahip çıkma konusunda ne kadar benzeştiklerini fark edip alabildiğine şaşırmaktadır insanlar...

Nazım’ın ilk dönemdeki şiirleri, dini motif ve sembollerle süslenmiş ve  kaleme alınmış iken. Necip Fazıl’ın ilk yıllarındaki bohem yaşantısına rağmen, 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra 180 derecelik dönüş yapıp bir düşünür-şair olarak ortaya çıkması, oldukça farklı ve dikkat çekici bir durumdur.

Celal Bayar, 1924'te ulusal ekonomi politikasının temel taşlarından olan ve Türkiye'nin ekonomik yaşamında belirleyici bir rol oynayan Türkiye İş Bankası'nı kurar ve 1932'ye değin genel müdürlüğünü yapar. Celal Bayar, 1932'de Ekonomi Bakanlığı’na, 1937'de Başbakanlığa fırlarken, o dönemde İş Bankası bürokratlarından Necip Fazıl da yakın adamlarındandır.

Celal Bayar, Ekonomi Bakanlığı’ndayken, 1936’da Necip Fazıl, bir kültür–sanat dergisi olan “Ağaç Mecmuası”nı çıkarmaya başlar. İlk sayısı 14 Mart 1936’da Ankara’da çıkarılan dergi,  altı sayıdan sonra İstanbul’a taşınır ve burada çıkarılmaya başlanır. Dergiye, spirütalist özelliklere sahip Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı ve benzeri şair ve edebiyatçılar da destek sağlamaktan geri kalmazlar. Büyük ölçüde İş Bankası tarafından finanse edilen derginin yayın hayatı 16 sayı sürer.

1936 yılının Nisan ayında gerçekleşen Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın karşılıklı yazışması, tarihi bir arka plana sahiptir. Necip Fazıl, “Ağaç Mecmuası”nı çıkarmaya başladığından oldukça popülerdir. Bundan rahatsız olan ve medyada popülist çıkışlarıyla yer aldığı için üç ay önce Necip Fazıl tarafından eleştirilen Nazım Hikmet, kuyruk acısını, İş Bankası sponsorluğu ile Ağaç dergisini çıkaran Necip Fazıl’a, Varlık’ta bir mektup yayınlayarak çıkarmaya çalışır. Necip Fazıl da Nazım Hikmet’e Ağaç dergisinde yayınladığı mektupla sanat edebiyat alanı dışında popülerlik aradığını ve medya maymunluğuna devam ettiğini hatırlatır.

34 yaşındaki Nazım Hikmet ile 32 yaşındaki Necip Fazıl’ın önünde uzun bir yol vardır o tarihlerde, yürünecek ve mesafe alınacak… 1930’lu yılların ortasında gerçekleşen bu iki şair kavgasından, geriye kalan iki mektup, tarihteki yerine koyacak olursak, önce Celal Bayar’dan Ağaç dergisini çıkarmak için, daha sonra Adnan Menderes’ten Büyük Doğu dergisinin yayını sürdürmek ve yaşatmak için aldığı sponsorluk desteği, hiçbir zaman Necip Fazıl’da teslimiyet ruhunu doğurmaz, Batıcı olmayı aklının köşesinden bile geçirmez. İslamcılıktan sık sık yargılanarak cezaevine girmesine karşılık asla geri adım atmaz. Yaşadığı son dönemlerinde bile kesinleşmiş hapis cezası vardır.

Binlerce doları kapıp, ihanetlerinin karşılığında boğazdaki yalılarında keyif çatan satılık kalemlerden hiç bir zaman olmaz Necip Fazıl… Pozitivist ve materyalist zihniyetiyle özdeşleşen resmi ideoloji tarafından suçlanıp yıllarca cezaevlerine atılır ama Batıya hayran aydınların sergilediği bir tavır içine girmez.

Nazım Hikmet ise, bu toprakların iradesi ve değeri olan İslam’a karşı başlangıçta eğilimli olduğu halde, sonunu getiremez. Sıkıntılara, çilelere ve hapis hayatına dayanmadığından, soluğu yurt dışında alır ve hayatının sonuna kadar yaşadığı o ülkede özgürce davranıp yazamaz. Kader-i ilahidir bu… Hidayetin kime nasip olacağı pek bilinmez aslında…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi