Veysi Ülgen Yazdı; Ve gözlerinde derince akan hüzne takılıydı

Makineler, kadim kentin asırlık taş evlerini kuçeleriyle beraber yeni bir kent inşa etmek adına birer birer yıkıyordu. Bin yılların tarihi hüzünle, harabe izleriyle düz bir ova parçasına dönüşüyordu. Her şey buralarda sanki hiç yaşam olmamış ama yeniden başlayacakmış gibi yapılıyordu.

Evlerini kentsel dönüşüm için terk edenler de elbette derince düşünüyordu. Akşamüstü sivil toplum kuruluşları ve çay ocaklarında heyecanla kadim kentimizi koruyalım derken, gündüz ışıklı kentin beyaz bürolarında aynı heyecanla yeni inşaatların rantını hesaplıyordu. Kent ikiyüzlü ve sahici bir yıkımın sıcaklığını yaşıyordu.

Bu puslu havada az da olsa evlerini terk etmeyenler de vardı. Ve bunların bir kısmı gelen makinelere karşı kuçelerde barınmak için direnmeye çabalıyordu.

Acaba boşaltılmış evleri terk etmeyenler kenti savunmak için mi bekliyordu?

Yoksa sadece barınmak için mi terk etmiyordu?

Öteki yeni kentte, bu eski kenti savunmak için yazıp çizenler, öteki yeni kentin çevresinde aralıksız mega siteler ve dubleks villalarının inşasının heyecanını yaşıyordu.

Kentin eski sakini ama yeni dertdaşı, karalara giyinmiş adam her sabah Ben û Sen Surlarına çıkıyor, her gün biraz daha yıktırılan mahalleyi yarı uyanık gözlerle, çaresizce izliyordu.

Temmuz sıcağında kentin üzerine kara bir sis çökmüş, gözler asırlık evlerin yıkılışını görmüyordu. Tuğlaları kolayca ezip geçen makinalar, kölelerin alın teriyle yoğrulan bin yılların taşlarında insanhikayelerine çarpıyordu.

Bu temmuz sıcağında karalara giyinmiş adam, bir tarihin yıkımını miseyrediyordu?

Yoksa barınmak en temel hak diye direnenleri mi izliyordu?

Makineler sadece daha önce bir hançer gibi eski taş evlerin arasına konulan tuğla evleri yıkmıyordu. Yüzyılların mirası karamsı taş evleri de yıkmaya çalışıyordu.

Koca makine bir anda koca avlulu bir taş evin önünde duruverdi. Çünkü avluda bir bebeğin ağlayışı yüreğini yakıyordu. Koca adamlar ve koca kadınlar kepçelere bir şey yapamazken bir bebeğin ağlayışı şimdilik kentin yıkımını durdurmuştu.

Akşam basında kentin makinelerle yıkımına karşı yüzün üzerinde kuruluşun açıklama yapacağı duyuruluyordu. Yarın tarihi Meryem Ana Kilisesi’nin önünde olacaklardı. Bu defa kendisi de cesaretle kuçelerinde büyüdüğü kentin yıkımına karşı durmak için gidecekti.

Ertesi sabah, uzamış saçını ve sakallarını tıraş ederek Ben û Sen surlarına çıkmak yerine Urfakapı’dan kente girdi. Adresi ve nüfus kaydı hala orada olduğu için kapıdaki polis noktasını rahat geçti. Tarihi Kilise’ye doğru yol aldı. Yüzün üzerinde kuruluşun imzasına karşı kendisi dahil sadece sekiz kişi gelebilmişti. Belli ki kent sadece burada yaşamak zorunda olanların ve kentle duygusal bağı olanların umurundaydı. Ve direniş artık bebelerin ağlayışı ve annelerin ninnisine kalıvermişti.

Bu kıymetli ama etkisiz eylem girişiminden sonra, her gün gelmeye başladı. Bir Ramazan günüydü. Akşama doğru Meydana Çêleka’nın solunda, yıkıntıların gerisinde hala ayakta olan bir kuçede insan sesleri dikkatini çekti. Kavurucu sıcağın ortasında oraya doğru koştu. Orada uzun bir insan kuyruğu vardı. Hüzün yüklü karalı adam onlara yaklaştı. Sağ kalan oldukça dar kuçede iftar için uzun bir yer sofrası kurulmuştu. Elbette böyle bir yeryüzü sofrasında misafir olamazdı. Ona sofra düzenlenmesinde bir işçi olmak yakışırdı. Ramazan ayına rağmen suyun kesildiği bu muhitte, su ihtiyacı için güneş altında plastik su şişeleri parlıyordu.

Hevsel yeşili yazması, Dicle mavisi gözleri, Ben û Sen surları karası entarisiyle genç bir kadın herkesten daha sabırsız gözüküyordu. İftar yaklaşıyor, yeryüzü sofrasında heyecan da artıyordu. Kadına yemek dağıtmak için yardım etmek isteğine kadının gözleriyle evet demesiyle hemencecik işe koyuluyordu.

O kadar kadın ve erkeğin içinde neden özelikle o kadına söylemişti?

Onu kendisine çeken gözlerindeki hüznün manası neydi?

Yemekler heyecanla ve serice dağıtıldıktan sonra bir nefes kadar yanyanaydılar. Ve sonraki daha sonraki günler her iftarda yeryüzü sofrasını birlikte kurdular. Onun yanındayken kentle ilgili sorunları artık fazla düşünmekten kaçınıyordu. Belki vicdanının biraz rahatlattığı için belki de gizem kadının esrarı onu başka düş’lere sürüklüyordu. Artık o kadın düşlerinden gündelik hayatına inivermişti.

Onu ne zaman yakından görse hüznü suratına çarpıyordu. Gözlerine bakamıyordu. Çünkü derinlerde ki öfkesinden ürperiyordu. Bir yandan heyecanlanan kalbi öte yandan çekingen yüreği arasında sıkışıyordu.

Belli ki kendisinden daha az hayatla tanışıklığı vardı. Ama daha fazla yaşamış gibi sorguluyordu her şeyi. Kızgındı, belli ki erkeklere öfkeliydi ve maalesef bir erkek olmasından ötürü kızgınlığından payını alıyordu.

Gözlerinden akan güvensizlik girdabına sürüklendiğini ve o girdaptan kurtulamadığını hissediyordu. Kentin açık yıkımı devam ederken bir de kadının gizli yıkımına karşı direniyordu. Birkaç gün sonra artık onunla konuşamadığını anladı. Ve geceleri ona ulaşamayacak mektuplar yazmaya başladı. Biliyordu, kentin güvercinler artık yoklardı. Ama yine de mektuplarının okunmasından şüpheleniyor ve titriyordu. .

Biliyordu,  ikisi de bu kederli coğrafyada, hayata zorunlu ilişkilerle ve rızaları olmadan dünyaya gelmişlerdi. Anneleri dışında kimseyle sevgi bağı kuramamasının nedeni buydu. Şimdi annesi dışında başka bir kadınla sevgi köprüsü kurmaya çalışıyor ama yapamıyordu. Dicle Mavisi gözlerine bakarken hala korkuyordu. Genç kadın kendisini onca yükle görüyor onu kendi ışıldayan gözlerle serice haklıyordu.

Ve Ramazan ayı bitti, yeryüzü sofrası kalktı, kentin bir tarafı arazileşti. Ve bir kentin tarihi şairlere ve yazarlara yadigar kaldı. Siyasiler hala nutuk atıyordu. Ve de beyaz bürolarda ev satışları hızlıca başlıyordu.

O gizemli kadını en son Yedi Kardeş Burcu’na çıkarken gördü. Oysa bilinesi çok şey vardı.

Bilemezdi, asıl olarak fikirdaş olma isteğini,

Bilemezdi, ona sadece bir kadın olarak bakamayacağını,

Bilemezdi,  salt tensel bir arayışı olamayacağını,

Bilemezdi, her zaman, her türden çemberden çıkmak isteyeceğini,

Oysa biliyordu, aslında normal gibi görünür olanlardan bile daha normal bir hayatı olabileceğini ve hep farklı olmak gibi bir suça bulaşmakla alakalı olabileceğini,

Oysa biliyordu, gözlerinden hüzün akan kadının, her şeyin farkında olsa da gözlerini hüzünden alamayacağını.

Zaman tersleyip, kent tarih olup, Hevsel yeşili sararıp, Dicle mavisi kararıp, Surlar’ın karası korlaşıp, düşleri çöl deryasın da alabora olmuşken, gözlerinde hala derin akan hüzne takılıydı.

Ve kendisi bir düş çölünde hayalci mecnun gibi bilinmeze, ulaşılmaza ve vazgeçilmez umuda doğru hızlıca sürükleniyordu.

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Veysi Ülgen Arşivi