Şakir Diclehan yazdı: Vefalı bir annenin Sezai Karakoç’la aynı gün vefatı

“Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;

Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.

Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;

Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.”

Ölümü böyle tasvir ediyor ve nitelendiriyordu üstat Necip Fazıl Kısakürek… Bugün vefa timsali bir annenin ölüm olayını, bu sayfaya taşıyacak ve vefanın asla karşılıksız kalmayacağını dillendirmeye çalışacağım inşaallah…

Vicdan terazisi çalışmayan, merhamet etmeyen ve vefa duygusu taşımayanlarla yolları ayırmak, hayatta insanın kendine karşı yaptığı belki de en doğru bir hareket olsa gerek…

Mustafa Kirenci’yi, yayın dünyası içinde tanımayanlar hemen hemen yoktur. Değerli bir insan ve vefalı bir annenin çocuğu… İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu ve öğretmenlik hayalleri vardır o yıllarda… 1983 yılında üstat Sezai Karakoç’la tanışır… Üç yıl sonra da 1986 yılının Haziran ayında Diriliş Yayınlarında çalışmaya başlar ve o gün için üstat tarafından 15 günlük maaşına mahsuben 90 Lira avans verilir. Ve bu birliktelik, 2010 yılına kadar sürer…

Bir insan, sorumluluk yüklenmesini bildiği, sorumlulukları omuzlamaktan kaçınmadığı ve bu sorumlulukları karşılayabildiği ölçüde değerlidir.

Kirenci, Diriliş yayınevinde büyük bir özveri ve dürüstlükle çalışmakta, Karakoç’un takdir ve sevgisini kazanmaktadır o günlerde… Belki de yayınevi çalışanı olarak üstadın yanında en uzun süre çalışanıdır Mustafa Kirenci …  Her gittiğimizde o sempatik ve cana yakın haliyle çay ikram etmekten ve güzel sohbetten geri kalmazdı hiçbir zaman…

O günlerini anlatan Mustafa Kirenci, Karakoç’la 55 yıl yakınlığı olan ve hakkında ilk defa “Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç” isimli eser yazan biri olarak şunu anlatmıştı bana… "Üstad gül şerbetini severdi. Çocukluğumda yapıldığından söz ettiğimde, bizde iki türlü yapılır demiştim. Biri, kısa vadede tüketilendi. Su dolu cam şişenin içine taze gül yaprakları atılır ağzı kapatılarak güneşe karşı konur. Zamanla su, kırmızılaşır. O zaman misafirlere  ikramlarda kullanılırdı. İkincisi, daha uzun vadeli kullanımlar için yapılan gül mayasıydı. Bir kavanozun içine bir tutam gül yaprağı bir tutam şeker kat kat serpiştirilir ve hafif üstüne bir baskı yapılarak daha çok gül yaprağı konurdu. O, zamanla şekerin de etkisiyle reçel gibi olurdu. Kışın, şerbet için ya da muhallebiye katmak için saklanırdı. Üstada bundan söz etmiş, memleketime (Boyabat) gittiğimde de kendisine getirmiştim. Üstadın bunu sevdiğini anneme söyleyince, her gül mevsiminde annem, üstada da hazırlardı. Annem her gittiğimde de kendi usulüne göre hazırladığı gül mayasını üstada gönderirdi. Daha sonraki zamanlarda buna reçel de eklenmişti."

16 Kasım Salı günü Karakoç’la aynı gün vefat eder bu cennetlik ve eli öpülesi Anadolu’nun vefakâr ve cefakâr annesi… Ve ertesi gün (Çarşamba) bu dünyadan meleklerin kanatları altında üstatla birlikte aynı gün rahmet-i Rahman’a tevdi edilir… Nice düşler vardır ki gereceklerden daha gerçektir… Bu bir tevafuk mudur acaba? Bu ders çıkarıcı ve anlamlı ölüm?.. Ruhumuzda gerçek iz bırakıp karşılıksız kalmayan vefa duygusu…

Söze üstat Necip Fazıl’ın bir şiiriyle başlamıştık… Yine onun bir beytiyle sonlandıralım:

“Ne Şirin’de vefa var, Ne Leyla'dır sana yar!

Hep Allah güzel vekil, Hep Allah insana yar.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sakir Diclehan Arşivi