Vicdanın Kalbe Okuduğu Ezan: Merhamet

Alemlere rahmet olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia eden kişi ya da kişiler “merhametten nasipsiz olabilir mi gerçekten” diye sormak istiyorum bugünkü yazımda.

Hepimiz için zor bir soru bu… 

Öyle ya merhamet, Rahman’ın vicdanımızdaki tecellisi olsa gerek ve yazımın başlığında da sunduğum gibi vicdanın kalbe okuduğu ezan adeta. Bu ezanı duymak istemeyen rahmete talip olabilir mi?

Çünkü kul, merhametle donandıkça kendi iç sesinden başlayarak sesini iletebildiği tüm vicdanları ayağa kaldırıyor; vicdan ise Rabbin sesi olarak kalbi harekete geçirip insanları iyilikler yapmaya, dertleri paylaşmaya; düşmüşe el, yoksula umut, kimsesize kes olmaya yönlendiriyor. Tevhidi layığınca hissedip bu şuurla yaşamını idame ettirdikçe de O’nun işaret ettiği ahlâktan biraz daha nasipleniyor; böylesi bir ahlak ve ilimle yeni baştan içine hicret ederek ‘Rabbin halifesi’ sıfatıyla yeryüzü işlerine vekalet ediyor.

Meşguliyetlerin sayılamayacak kadar fazlalaşmış olmasına mukabil ömrümüz oldukça kısa, amellerimiz kusurlarla dolu, ecelimiz her dem yakın, yolculuğun mesafesi ise oldukça uzun.

İmtihan dünyası öyle çetin ki, nicelerine “asla yapmam!” dedikleri ne varsa yaptırıyor, kalemin ve kaderin sahibine karşı küstahlıklarının bedelini hakkiyle ödetiyor, “o zillet benden uzaktır” dedikleri şeylerle onları rezil rüsva ederek kaç ayarlık olduklarını cümle aleme gösteriyor.  Sahiplenme tutkusunu, öfkesini, kinini, hırsını, kıskançlığını, cehaletini kalbinden söküp atamayan her insan da; içine hicret edip onların yerini sevgi, şefkat, merhamet, en çok da adalet ile donatmadığı sürece nefsini vicdanına imam kılıyor.

Hatırlamak gerekiyor ki kibir, İblis’i Allah’ın huzurundan uzaklaştırmış; hırs, Adem ile Havva’yı cennetten çıkarmış; haset ise kardeş katilliğine götürmüştü. Yanisi kibir imanı, hırs nefsi, haset ise cana musallat olarak onları heba etmenin resmini koymuştu ortaya.

Bu nedenle de başa geleceklere razı olmak kadar, sanırım onlara hazırlıklı olmak da önemli.

Kainat var olduğundan beri iyi ile kötü, hak ile batıl bir mücadele halinde ve bu mücadele sünettulahın gereği olarak hayatlara yansıyor. Güzelliğin ortaya çıkması için nasıl çirkinliğe ihtiyaç varsa, kötülük olmadan da iyilik tecelli etmiyor. Allah, kullarını hak ve batıl yolunda seçmek ve ille de ayrıştırmak için onları hür iradelerinde serbest bırakmış durumda ve ortaya şer gibi çıkan musibetler, başa gelen belalar, esen sert fırtınalar ise bu ayrışmayı sağlayan mihenk taşları adeta.

Hz İsa’nın deyimiyle kurtuluşa giden kapılar daracık ve kapalı, helaka giden kapılar ise geniş ve ağzına kadar açık.

Kimbilir belki de bu yüzden de vahiy ile bereketlenen gül bahçelerinde firavun ötüşlü baykuşlar tünedi; İslâm’ın diriltici soluğu ile abad edilen topraklar adım adım zulmün, gözyaşının, haksızlığın merkezi olmaya başladı. Belki de bu yüzden alemlere rahmet olanın mütevazi evinin yerine saraylar; gönüller inşa edilmeden şaşalı mescidler, camiler inşa edildi. Büyük çilelerle sürülen, şehit kanlarıyla sulanan iman toprağında açması gereken çiçeklerin yerini dikenler kaplamasının sebebi belki de buydu. Yetimin çığlığının, düşkünün feryadının duyulmaması; yoksulun, sahipsizin gözyaşlarının görülmemesi de bu yüzdendi. (Devam Edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Arşivi