Sanat Sokağı’nda kadın buluşması: Nerede o eski Diyarbakır?

Sanat Sokağı’nda kadın buluşması: Nerede o eski Diyarbakır?
Yenişehir’in Ofis semtinde her akşam düzenli olarak bir kafede bir araya gelen bir kadın grubu sokağa farklılık katıyor. Her gün aynı masada gecenin...

Yenişehir’in Ofis semtinde her akşam düzenli olarak bir kafede bir araya gelen bir kadın grubu sokağa farklılık katıyor. Her gün aynı masada gecenin ilk saatlerine kadar oturan kadın grubunun ortak özlemi ise “Eski Diyarbakır..”

 Remziye ÇELİK/Yenigün Özel

DİYARBAKIR YENİGÜN - Eskiye özlemin her adım başı yüzünüze düştüğü insan siluetleri var kentin caddelerinde. Bu aslında eksik kalan bir güzelliğe hasreti anımsatır ruhumuza. Kimileri buna zamanın gerisinde kalmak diyor; kimi de ruhun “ben”e olan özlemi diyor ve kalmayan, unutulan geleneklerin yerini alan ‘tatsız’ ve monoton bir hayata direnenler hala var. İşte o geçmişe özlemi, kentin yeni buluşma mekanlarının olduğu Sanat/Cafeler Sokağında 10 yılı aşkın zamandır her akşam düzenli olarak bir araya gelen yedi kadınla konuştuk. Yaşları 70-80 arası olan kadınlar, tekdüze yaşama inat her akşam bir araya gelip, “eski Diyarbakır'ı” konuşuyor. Gençlerin hakim olduğu sokağa farklı bir hava katıyorlar. Kadınlar, Sanat Sokağının başta olmak üzere kentin değişen kültürel ve fiziki yapısını eleştiriyor. Eski günleri gıpta ile anlatan kadınlar; “Yaklaşık 30 yıldır Diyarbakır değişti. Yaşama zevki kalmadı. Eski Diyarbakır’dan eser yok” diyorlar.

“Eski Diyarbakır çok güzeldi”

Eski Diyarbakır çok güzeldi diye başlıyor anlatmaya Diyarbakırlı Yüksel Hanım; “Diyarbakır'ın dört kapısı vardı: Dağ Kapı, Urfa Kapı, Saray Kapı ve Yeni kapı. Hepimiz Sur’da oturuyorduk. Ofis’te sadece bir iki ev vardı. Surdaki evlerde hep avlulu evlerdi. Bir evin içinde birkaç aile otururdu. Gündüz vakti kapılar sonuna kadar açıktı. Sokak kapısına bir tül takardık. Ne hırsızlık vardı ne de başka bir şey. Hava sıcak olduğu zamanlar serinlemek için yerleri yıkardık. Kimisinin kuyusu vardı, kiminin ise tulumbası. Tatlı su yoktu. Komşular gelir, birlikte oturur, çay demler içerdik. Kervan geçerdi kapının önünden. Kapıları çalar bir tas bulgur ve bir tas alıç verirdik. Şimdiki gibi para yoktu. Para nedir bilmezdik.” Kaç yıllarıydı dediğimde ise gülerek, “12 yaşlarındaydım. Şimdi 78 yaşındayım. Sen hesapla işte” diyor.

Hristiyan terziler, meyve havuzları…

Hazır giyimin olmadığını ve o dönemler Sur’da Hristiyan terzilerin çok bulunduğunu dile getiren Yüksel Hanım; “Şimdiki gibi konfeksiyon giyim yoktu. Kumaş alır, terzide diktirirdik. Her yerde terziler vardı. Hristiyan terziler çoktu.” Hristiyan terziler şu an neredeler diye sorduğumda ise iç geçirerek,“Kim bilir ne oldu. Öldüler mi, kaldılar mı? Yıllar geçti. Doğduğum, büyüdüğüm evi ve mahalleyi görmeye gittiğimde yıkılmıştı her yer. Sur olaylarından önce de yoktu. Gelin çıktığım evin yerine bina dikildiğini gördüm. Terzilerin yerlerine de başka evler yapılmış. Evimi tanıyamadım çünkü o kadar değişmişti. Hayatımız güzeldi. Komşuluk ilişkilerimiz iyiydi. Bütün evler çift havuzdu. Avluda bir meyve havuzu bir de normal yüzme havuzu vardı. Soğusun diye havuzun içine karpuz, salatalık, erik koyardık. Leylaklar, güller yere kadar uzuyordu. Mis gibi koku sarardı çevreyi.Neler yaşamadık ki. Babam buz fabrikasında çalışıyordu. Küpeli Havuz’unda. Her akşam buz getirir, komşulara dağıtırdık. Çok güzel olduğum için beni paşalar istiyordu. 18 yaşında evlendim. İki sene de nişanlı kaldım” diye bahsediyor gençliğinden.

“Para yoktu, huzur vardı…”

Diyarbakır ne zamandan beri değişti diye sorduğum Yüksel Hanım gözleriyle uzaklara bakarak; “Yaklaşık 30 yılda Diyarbakır çok değişti. Yaşama zevki kalmadı. Eski Diyarbakır’dan eser yok. Bir dolma oysaydın bütün komşular gelirdi. Eskiden kimse hazır salça yemezdi, beğenmezlerdi. Yoktu da zaten. Komşularla birlikte domates salça yapardık. Öyle sıkıntılar yaşadık ama hiç anlamadık nasıl geçtiğini. Klima yoktu, vantilatör yoktu. Yazı zevkle geçiriyorduk. Yazın nasıl geçtiğini anlamıyorduk ve çok da sıcaktı. O taşlardan ateş yağıyordu adeta. Taşa sürekli su dökerdik, serin olsun diye. Kıskançlık yoktu. Benim yok onun var hesabı yapılmazdı. Bizim zamanımızda gerçek komşuluk dostluk vardı. Paramız yoktu ama huzurluyduk” diyerek sitem ediyor.

Koşuyolu’nda at yarışları,  meşhur Tahar Ağa ve Bağların yok edilen üzüm bağları

Koşuyolu’nda at yarışları yapıldığı için oraya Koşuyolu dendiğini de söyleyen Yüksel Hanım, bu kadim kentin tarihini bir kez daha hatırlatıyordu; “Koşuyolu’nda güz mevsiminde at yarışları yapılırdı. Köşkümüz Koşuyolu’nun hemen yanındaydı. Meşhur Tahar (Tahir) Ağa vardı hepimiz onu tutardık. Yarışı her seferinde o kazanırdı. Çay demler, çekirdeğimizi yer, yarışları izlerdik. Alan, ana-baba günü olurdu. Küçüktüm tabi o zamanlar. Bağlarda çift katlı dört köşk vardı. Etrafları bağ ile çevriliydi. Her yer bağdı. Üzüm salkımları ile doluydu. Salkımlar yerlere değerdi. Herkesindi o bağlar. Sabah dayımın kızı ile serinlikte üzüm yemeye çıkardık. Bağlar’ın adı oradan gelmiş olabilir. Kelekçi/keleşçi Nuri’nin bağları meşhurdu. İçlerinde şu an Yanık Köşk var. Kül oldu hepsi. Küpeli havuzun yukarısında Dingilava’da evler vardı. Dayım zevk sahibi bir insandı. Bu yüzden hep yüksek ve güzel yerlerde otururdu. Biz de her sene oraya giderdik. Orada oturup seyre dalardık. Diyarbakır’ın karpuz tarlaları ayaklarımızın altında kalırdı. Hüllelerle karşıya geçiliyordu. Tahtadan ev, sal yani. Dicle nehrinden karşıya Kabi Köyü’ne (Bağıvar) geçmek için kullanırlardı. Güzel bir köydü. Öyle güzel bir hayat yaşadık ki anlatamam sana… Ben evlendikten sonra kalmadı tabi o sallar. Komşularla sabah erkenden yola çıkar Dicle nehrinin yanına giderdik. Çay demler, serin havanın tadını çıkarırdık. Su çok gür akardı. Şimdi su da kalmadı.”

“Sur’a gittiğimde duygulanıyorum”

Sur’a gittiğinde duygulandığını söyleyen Yüksel Hanım, beton binalardan bunaldığını da ekliyor; “Şu an Sur’a gitmek istemiyorum. Gittiğimde duygulanıyorum. Gözlerim doluyor. Bazen de Mardin Kapıya mezarlığa gidince şöyle bakar, ‘ne güzel hayat yaşamışız’ diye düşünür dururum. Bu binalar ne böyle? Yandık! Nefes alamaz olduk. Klima falan yoktu ama kuyunun buz gibi suyu vardı. Sıcaktı ama mutluyduk. Bulaşık makinesi, elektrik süpürgesi yoktu yine de işimizi yapardık. Rahatlığa, hazıra alıştık. Elimizde çamaşırı yıkar, avluya baştan sona sererdik. Şimdi evlenir iki gün sonra boşanırlar. Hayat, hayat mı? Ben Cemil Paşaların konağına gelin gittim. Medeni bir aileydi. Çoğu İstanbul’a gitti. Kafeler güzel değil. Ama bir yandan da hak veriyorsun. Gençler işleri yok diye gelip oturuyor. Bir masa iki sandalye koyan ya kebap yapıyor ya döner yapıyor ya ekmek yapıyor. Ama ekmek parasının derdinde. İş yok. Hırsızlıktan, kötü alışkanlıklardan daha iyi. Bu kahveler hep işsiz gençlerin yeri. Fabrika yapılsın. Valla çok üzülüyorum. İşleri olsa evlenirler, evlerini kurarlar. Şimdiki gençlere bir şey diyemiyorsun. Bir şey dersen evi terk ederler. Biz böyle miydik? Biz arkadaşlarımla bir araya gelir doğum yapanlara ziyarete giderdik. Şerbet yapar, kendi aramızda eğlenirdik. Mahalle düğünleri ardı. Hedeler vardı. Dört kadındı kimisi cümbüş çalar kimi maşa çalardı. Ortaya koca bir tepsi bırakılırdı. Herkes elinden ne geldiğince onu bırakırdı. Kimi çorap, kimi oya kimisi para atardı içine. Düğün salonları yoktu avluda, evlerde yapılırdı düğünler.”

Kadınlar için sosyal bir mekan

Büyükşehir belediyesinden orta yaşlı hanımlara birlikte vakit geçirecekleri bir mekan talep ettiklerini belirten Yüksel Hanım; “Belediye reisinden bize bir yer yapmasını talep ediyoruz. Nargile ve sigara dumanından camlarımızı açamaz olduk. Adım atıyorsunuz kahve, kafe. Orta yaşlı kadınlar için rahat, oturulacak bir yer yapsınlar. Bir araya geleceğimiz bir mekan. İstanbul’da yaşlı insanlar için böyle kafeler var. Şimdi gün yapıyorlar ama ismi gün. Biz de düşündük ama yaşımızdan dolayı sadece düşüncede kaldı. Gencimiz de yok hizmet etsin bize. Bizim kabul günlerimiz vardı. Çay, pasta ile yapardık. Şimdiki gibi paralı değildi. Her ayın 16’sında yapardık. Madem öyle gidin lokantada yiyin. Başlarda bir iki kişi olarak başladı. Hoşumuza gitmeye başladı. Geçen insanların da dikkatini çekti. Durup bize bakıyorlar. Ne kadar güzel diyorlar. 10 senedir bir araya geliyoruz. Mekan sahibi de hoşuna gidiyor. Diyor teyze burası sizin, istediğiniz kadar oturun” diyor.

Nerede o eski bayramlar?

Bayramların eskisi gibi yaşanmadığını ve sıradanlaştırıldığını ifade eden Yüksel Hanım sözlerini şöyle tamamlıyor; “Babam Yugoslav göçmeniymiş. Savaş döneminde 8-10 kişi gelmişler. Devlet ev vermiş, dükkan vermiş. Erkek kardeşiyleymiş. Sekizi de buradan evlenmiş. Annemle de komşular vasıtası ile evlenmişler. Lise mezunuyum. 25 sene devlet dairesinde çalıştım. Eşim vefat edeli 30 sene oldu. Kendim tek çocuktum. Ama olsun çocuklarım var yeter bana. Bayram olunca çok sevinirdik. Annem çörek, hoşaf yapardı. Beraber oturur, yer içerdik. Komşulara giderdik. Kumaş alır bana elbise diktirirdi annem. Puantiyeli belden büzgülü elbiseler modaydı. Hristiyan Maria vardı. Ona diktirirdi. O zaman 25 yaşındaydı. Sonra öldü zaten.  Şimdiki bayramlar bayram değil ki. Daha bayram gelmeden tatil diyip evlerini terk ederler. Ne büyükler büyükleri ne evlat babayı önemsemiyor. Gelin hamamı yapılırdı. Gerçi beni götürmediler. Kına gecesi, damat gecesi vardı. Kahve ile toz şeker karıştırılıp dağıtılırdı. Hamam tahtaları vardı, ceviz ağacından. Nalınlar, gümüşten. Kildanlar vardı hala balıkçılarda satılır. İçinde lif, sabun, tarak her şey vardı. Kocaman, sandık gibiydi. Kişan, peştamal bağlardık. Her sabah bohçacı gelirdi. 15 günde bir bohçamızı alırdık. Hamama bohçamızı götürür. Hamamda üstümüzü değişeceğiz diye o gün eskilerimizi giyerdik.” Yarın: “Diyarbakır’ın adı var tadı yok”

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.