Kar: Düşüncenin Sınırları

Kar: Düşüncenin Sınırları
Erhan Sunar (*) Düşüncelerimizin etkileme gücüne ve sınırlarına dair bunca söz üreten bir romanın, Pamuk’tan beklenecek genel toplumsal ya da daha...

Erhan Sunar (*)

Düşüncelerimizin etkileme gücüne ve sınırlarına dair bunca söz üreten bir romanın, Pamuk’tan beklenecek genel toplumsal ya da daha kişisel paranoyalarımız hakkında da sessiz kalması düşünülemezdi.

Düşüncelerimizin sınırlarına bizi güvenle yaklaştırdıkları için, siyasi romanlardan bize hayatı tam da olduğu gibi, sabah uyanıp gazeteleri her zamanki öfkeyle, sinizmle okurken kapılacağımıza benzer bir dolaysızlıkla göstermelerini beklemek çoğunlukla ilk tepkimiz olur. Biraz daha edebiyata meraklıysak ve siyasi gündem konusunda kendimize özgü birtakım itirazlarımız oluşabilmişse, elimizdeki romanı falanca köşe yazarının hiç akıl etmediği bir dikkatle okuyabildiğimizi de görür, yazarın kurduğu dünyayla en azından siyaset sınırları içinde bir sözleşmeye giriştiğimizi fark ederiz. Bunun bir adım daha ilerisi ise, gazetelerin hiç vermediği bir detaycılık azmiyle “meselelerin” iç yüzü hakkında, değişmeyen siyasal, toplumsal olaylarla insan hikâyeleri arasında beliren yeni dengeler hakkında hayallerle karışık izlenimler edinmek olacaktır ki, Kar bunu oldukça geniş bağlamı ve edebiyatı siyaset uğruna harcamayan düşünsel evreniyle hakiki bir imkâna çevirebiliyor.

Türkiye gibi, siyasetin en şahsi fikirlerin yerini kolaylıkla alabildiği ülkelerde herhangi bir siyasi romanın yapabileceğinden çok daha fazlasını Kar aslında bir an olsun siyasetten, küçücük Kars kentinde sürüp giden gerçek hayattan, ilişkilerden kopmayarak da yapıyor. Herkesin dünyevî ya da daha manevî olgularla hayattaki kendi yeri arasında kurabildiği bağlarla, bunu dile getirirken gösterdiği titizce dikkatle ve en sonunda kimsenin bir diğerinden bağımsız olamayacağını bize sürekli hatırlatan umutsuzca sınırlı dünyasıyla Kars’ın durmadan yağan kar altında, kendi içine kapanmış halinde bu nedenle siyasetin kaçınılmaz olduğu kadar hüzün verici bir ağırlığı da var: Sanki dünyanın bu unutulmuş, terk edilmiş köşesinde olup bitecek herhangi bir şey, bir olay bize siyasetin asıl anlamını ve boyutlarını göstermekle kalmayacak, bir de tuhaflığını ve rastlantılarla, şüphelerle birleşen acımasız şaşmazlığını bir kere daha hatırlatacak diye bir beklentiyle, biraz tedirgince başlıyoruz romana.

Kar’a politik kimliğini veren asıl unsur, sıradan vatandaşın televizyonunu açar açmaz, çayhanede pinekleyerek laflarken ya da hiç beklemeyeceği durumlarda birdenbire maruz kalabileceği ve ülkenin bir yarısını öbür yarısına kuşkuyla, öfkeyle yönelten her günkü siyaset değildir yalnızca: Orhan Pamuk bu romanıyla siyasetin söylemsel, kavgacı olabilecek böyle yönlerine her bir karakterin gözünden çok parlak nüanslar katmakla kalmaz, bu kişilerin aralarındaki ilişkileri hiçbir biçimde gündelik hayat detaylarına boğmadan, daha da önemlisi, siyasetten konuşurken kişisel dünyalarına da temas edebileceğimiz bir tür sahici, zaman zaman retorikten ibaretmiş gibi görünse de en derinde göz yaşartıcı bir doğallık barındıran düşünme biçimleriyle iç içe verir. Gencinden yaşlısına, öğrencisinden işsizine dek herkesin ileri süreceği güçlü bir fikri, olmadığı durumlarda ise yine siyasetin ağır basan varlığıyla bir anlam vereceğimiz yaşantıları vardır. Bir noktadan sonra onları kendilerini aşan birtakım siyasi düşüncelerin sözcüleri gibi mi, bu düşünceleri savunurken gösterecekleri içgüdüsel kuvvetle mi anlamamız gerektiği de mühim bir detay olmaktan çıkar ve onları yazınsal, edebi bir bağlamın parçaları olarak da görmeye başlarız. Bütün şehrin bir sahneye, o sahnenin kanlı bir darbeye, olup bitenleri televizyonlarından görenlerin bir daha seyretmek isteyecekleri darbenin ise kısıtlı hayatlarının acıklı bir devamına dönüşeceği çok daha büyük bir bağlamdır bu: Pamuk’a iradeyle kader ve baskı arasında kurulacak bir dünyanın olanaklarını, şair Ka’ya yıllar sonra şiir yazabiliyor olmanın tuhaf güzelliğini, okura bütün bunları fark ediyor olmaktan doğacak bir mesafe duygusuyla siyaset ve sanatın karmaşık ilişkisini gösterir. Sürekli yağan karın dış dünyaya kapattığı şehre en yabancı ve belki de en kenardan bakan, hiç siyasi hırsları olmayan Ka’nın otelinin odasında, çayhane köşelerinde olağanüstü bir hız ve ilhamla yazacağı on dokuz şiirin bile üç günlük, anbean gelişen, kaydını sonradan Frankfurt’ta da canlılıkla hatırlayıp tutacağı olaylardan etkilendiğini görürüz.

Kar altında kaderleri bağlanan bu insanlar, etraflarında örülen yazınsal ağları bize Türkiye’nin mevcut ya da tarihsel, hiç değişmeyen siyaset “denklemini” hatırlatmak adına sık sık bölmeye çalışırken, Pamuk’un bir amacının da hangi siyasal görüşün romana en derindeki anlam boyutunu kattığını araştırmak olduğunu hissederiz. Sık sık buluşan, karşı karşıya gelen, bir masa etrafında bildiri hazırlama niyetiyle dünyaya seslerini duyurmak isteyen insanların tıkış tıkış doldurduğu sahneler boyunca, memleketin basireti bağlanmış siyasal iklimiyle haşır neşir okurlar için olağanüstü zenginlikte bir tartışma malzemesi varken, neyin ne olduğunu daha makul ve iyi niyetle ayırmaya çalışacak okur için de satırlar arasına, tavırların, düşüncelerin içine sızmış birtakım çıkarımlar, kimi kez karşı çıkılamayacak ülke gerçekleri vardır. Bunları belki hayat tecrübelerimizle kendiliğinden biliyoruzdur, ama Pamuk’un her defasında yeni bir örnekle, başka türlü bir duyarlılık çağrısıyla bize hatırlatması öyle ikna edici olur ki, zekâ yanılsamalarıyla birinin diğerini ezmek istediği, doğru bildikleri uğruna yüksek sesle haykırıp komik duruma düşenlerin yine de vazgeçmedikleri, sadece siyasette de değil, din ve ahlâk konusunda da kendi mağrur dünyalarını oluşturmaya çalışanların tutkuyla, merakla soruşturmalar yürüttüğü bütün bu konuşmalar, tartışmalar uzayıp gitsin isteriz. En derinde siyasal İslam’ın dayatmasıyla özgür iradenin gereği, laiklik savunusuyla herkesin kendi yaşam biçimini öne sürmesi zorunluluğu arasında bir denge oyununa dönen ve eski model Kadife’nin sadece simgesine değil, güçlü bir sözcüsüne de dönüştüğü türban ve intihar olgularının yattığını, yazarın da bir yerde vurguyla söylediği gibi romandaki tek “metnin” Kadife’nin “saçları” olduğunu bilip anlarız, ama okur olarak tek görevimizin, tek zevkimizin bütün bu işaretleri birbirine bağlamak ve bir sonuca varmak olmadığını da aklımızın bir yanıyla kabul ederiz. Romanın anlamsal coşkusuna, diyalog sarhoşluğuna, el attığı meselelerin asla bir başına düşünülemeyecek, o anda oluşuveren doğasına koşulsuzca katıldığımız yerdir burası.

Ama romandaki bu politika ağırlığının hükmü yalnızca Lacivert gibi, Kadife gibi yürüttükleri mantıkla kesin bir din ve inanç tartışmasını Kars’ın imam hatipli öğrencilerinin kalbine, her şeyi önceden, olay gerçekleşmeden evvel haber yapmakla övünen az satışlı Serhat Şehir Gazetesi’nin tekinsiz sahibinin daha da imalı sözlerine ve başarısız şairliğiyle muhafazakâr görüşleri arasında sıkışıp kalmış Muhtar’ın hazin öyküsüne dek sindirebilmiş bir iki güçlü kişilikte vücut bulmakla da kalmaz. Zihinler ve düşünceler arasındaki geçişler, sınırlar öylesine ihlâl edilebilir haldedir ki, Ka ile ilk görüştüğünde davasına bir anlam vermeye çalışacağımız İslamcı kaçak Lacivert’i roman ilerledikçe aynı zamanda aşk ilişkileriyle de tanımaya başlayacak olmamız, Kadife, İpek ve Hande’yle ilgili oluşturacağımız fikirlere de –hep geriye dönük olarak– siyasi ve dinsel inanç imaları sokuverir. Başından sonuna politik hırs gösterileriyle aşk ve cinsellik, arkadaşlık ve sanat ilişkileri arasında gidip gelen romanın temel içsel meseleleri etrafında ördüğü bu ağla Pamuk, karakterlerine birbirlerine açılan görüş açıları kadar aşkta ihanet ya da bağlılık, siyasi basiret konularında da yeni imkânlar tanıdığını gösterir. Bu nedenle, İpek’in bir zamanlar tıpkı kardeşi Kadife gibi Lacivert’le ilişkisinin olduğunu polisteki sorgusunda kayıtlardan birebir öğrenen Ka, saklandığı yerde Lacivert’i ihbar edince (ve çok geçmeden orada Hande’yle birlikteyken ikisi öldürülünce), romandaki dengelerin kişisel özel hınçları aşan daha mutlak birtakım sebeplere ihtiyaç duyup duymadığı da tartışmaya açılmış olur. Ka yanında İpek olmadan şehirden ayrılmak zorunda kalır ve dört sene sonra Almanya’da bir siyasi cinayete kurban gider: Ama biz cinayetin arkasındaki siyasal İslam imalarıyla birlikte, söz verdiği halde onunla gitmeyen İpek’in Ka’ya duyduğu ilgiyi Lacivert’e bağlılığının gölgesinde okumak gerektiğini de anlarız.

Zihinlerin ve akıllardan (siyasi öfkeyle ya da şairce ilhamlarla olsun) geçiveren düşüncelerin sınırları üzerine roman boyunca sürdürülen imalar, Ka ile İpek arasındaki ilişkide hiç olmadığı kadar güç kazanır. Kars’ta gezinir, çayhanelerde şiirler yazar, şehre bir darbe yapmak için yerleşmiş küçük bir tiyatro çevresiyle zaman geçirirken Ka’nın aklının geri bölgelerinde de olsa otel odasında İpek ile hep yeniden bir başlarına kalacakları ânı taşıdığını hissederiz. Hissederiz: Çünkü darbeci tiyatrocu Sunay ile karısı Funda Eser’in birbirlerine dürüstçe, kabaca, yine de derinden bağlı hallerinde, tiyatro jestleriyle gerçek tavırları arasında sıkışıp kalmış aşk ve cinsellik imalı beraberliklerinde Ka’nın İpek’e duyduğu çok kırılgan, bu yüzden de yanlış anlamalara ve korku ve paranoyaya açık bağlılığından bir şeyler var gibidir. Ka’nın kendine itiraf etmeden, adeta düşünmeden düşündüğü kimi şefkat ve mutluluk dolu sahneleri, mesela kısa bir süre evvel otel odasında İpek’in onun başını ellerinin arasında tutmuş olmasını şimdi Sunay’ın saçlarını karısının benzer bir şefkat gösterisiyle tarıyor olmasıyla birleştirince, tıpkı en olmadık anlarda şair aklına “geliveren” kusursuz şiirler gibi Ka’yı bu şehre (doğrusu: İpek’e) bağlayan bağın nasıl derinlere kök saldığını anlayarak da okuruz. Burada romanı açıklamaya pek çok açıdan yarayabilecek “göstergebilimsel” izlerden çok önce, dünyanın terk edilmiş bir köşesinde ne aradığını kendine açıkça söyleyebilmekten çekinen birinin baktığı her şeye yansıyan hüznü ve mutluluk ihtiyacı duruyordur. Bir keresinde İpek ona “Kendin ol” demiştir ve bunun anlamı tiyatro aşığı karı kocanın dolaysızlığı bir erdeme çevirebilmiş ilişkilerinde ümitsizce hayal ürünü ikinci bir düzlem edinerek ve derinlere kök salmış bir hakikilik endişesini barındırarak beklemektedir.

İpek’in açıkça bir öfkeyle ya da diğerlerinde olacağı gibi tutkuyla olmasa da Kars’ta olup bitenlere dair güçlü bir algısının olduğunu Ka’yla konuşmalarından hep anlarız, ama şehrin asıl hapsedici etkisini Ka’nın da bir noktadan sonra benzer meseleler üzerine düşünebileceğine sezgiyle, ironiyle yaklaşmasından çıkarırız. Uydurma bir kişilik olan Hans Hansen aracılığıyla Almanya’da bir gazetede Kars’ta sesini hiç duyuramayan bütün kesimlerin ortak bildirisini yayımlamaya yardım edeceğini Lacivert ve Kadife’ye detaylarıyla anlattığı kısımlarda, şehre geldiğinden beri olayları hep bir kamera gibi biraz kenardan seyreden Ka’nın birdenbire hevesle siyaset, inanç, Avrupalılar gibi olmak ya da olamamak konusunda kışkırtıcı, dokundurmalarla dolu şeyler söylediğini görürüz. Tasarlandığı mı yoksa mutluluk habercisi bir ilhama kapılır gibi kendiliğinden mi oluşuverdiği belli olmayan uzunca konuşmasıyla Ka’nın bütün bu mizanseni, herkes (özellikle İpek’in babası Turgut Bey) bildiri metnini oluşturmak üzere bir arada olacağı, bunun da İpek ile otel odasında bir başlarına kalmalarını sağlayacağını düşündüğü için bir hesapla kurduğunu şöyle bir aklımızdan geçirmemiz ise, Avrupa’yı tanımış bir Batılının kişisel mutluluk adına ihlal edebileceği sınırların boyutlarını gösterir. Ama bu arayış da Ka gibi gönül ilişkilerinde kaygısızca davranamayan biri için asla kesin biçimde vaatkâr olmaz ve İpek’le seviştikten hemen sonra, asıl kişisel mutluluğun ne kadar da kırılgan olduğu vehmine kapılıp onun gizli başka bir sevgilisi olabileceğini kederle, korkuyla düşünür. Ka’nın bencilce kendi içine, İpek’le mutluluk hayallerine dönük halinin bozamayacağı, Kars’ın, bütün bu insanların sonuna dek içine gömülmüş olduğu daha kapalı başka bir düzleme yazarın yaptığı imalardan biridir bu. Ka’nın bir içgüdüyle küçümsediği ve aklını felaketlere kapatmakla onlardan çocukça uzak durabileceğini düşündüğü siyaset ve inanç meseleleri oradaki herkes için öncelikle bir gurur sorunudur ve bunu açıklıkla göremediği için de mutluluğa yaklaştığı her an derinden derine engellerle doludur.

Romanda düşüncenin sınırları, bir tek siyaset ve din konusunda bitip tükenmez nüanslarla herkesin bir diğerini işaret ettiği kapalı, etkilenmelerle dolu bir çevreyle de açığa çıkmaz. Ka’nın bir parçası olup tanığına dönüştüğü, ondan ilhamla ve esinlenmelerle şiirlerini yazdığı ve hep İpek’e dönen içgüdüsel hayallerle yollar açılır açılmaz geride bırakıp uzaklaşacağını kurduğu Kars’ın sürüp giden gerçekliği onun üzerinden birkaç farklı boyutta daha işleniyordur. Ka’nın yavaş yavaş dönüşüme uğrayıp fikirlerinin değişmeye eğilim gösterdiğini hiç inanarak belirleyemeyeceğimiz bütün bu durumlar vasıtasıyla Pamuk, bir minyatürüne çevirdiği küçücük bir şehirde detaylarına girdiği onca siyasi denge oyununu çok genel çizgileriyle Türkiye’nin kendi içinde ya da Batı karşısında da sürdürdüğünü, romanın hiçbir şeyi değiştirmeden bırakmasıyla gösteriyordur. Ancak siyasi ya da tarihsel bir tez ileri süren, yazarının bağlamdan kopuk öngörüleriyle bir iddia ve kanıt ortamına dönüşen romanlarda görebileceğimiz gösterişli heveslerden hiçbir iz yoktur Kar’da. Her bir karakterin (şairce tereddütleriyle elbette Ka’nın da) sonuna dek sarstığı, çelişkileri, ikilemleri ve hatalarıyla gözler önüne serdiği romanın gerçekçi dünyasının üstten bir bakışla yargılayamayacağımız yanları öyle bir denge ve içgörü üzerine kuruludur ki, siyasi veya ahlâksal sınırlarımızla en çok yaklaşacağımız kişilerde bile bir noktadan sonra kendi kişisel açmazlarımızı hem görür hem de bir duraksarız: Gazetelerden, haberlerden, her gün yaşayarak öğrendiğimiz gerçeklerden Pamuk inandırıcı bir kolajdan daha fazlasını yapmış ve normalde bir araya getirmeyi istesek de beceremeyeceğimiz onca görüş ayrılığını, benzerlikleri ve yanılgıları birbirlerinin sınırlarına bir anlayış ve dikkat ihtiyacıyla çok yaklaştırarak bambaşka, daha sahici bir dünya kurmuştur. Ka’nın görmekle kaçınmak arasında kaldığı birçok ayrıntı da böylelikle çelişkisiz sandığımız gündelik siyasi, dinsel görüşlerimizin sınırlarına gelip dayanır. Hayatlarına tanık olduğumuz, bir çırpıda eleştirebileceğimiz kurmaca kişileri mi yoksa kendi kendimizi mi görüyor olduğumuzu Kar kadar başarıyla iç içe geçiren bir siyasi roman daha bulmak zordur. Romanın asıl iddiası ve gücü kahredici siyasal dertlerle hep içli dışlı bir ülkenin sorunlarına çözümler yetiştirmekten değil, bu sorunları ne ölçüde algılayabildiğimize dair yeni soru işaretleri yaratabilmesinden gelir.

Düşüncelerimizin etkileme gücüne ve sınırlarına dair bunca söz üreten bir romanın, Pamuk’tan beklenecek genel toplumsal ya da daha kişisel paranoyalarımız hakkında da sessiz kalması düşünülemezdi. Ama roman boyunca, demin de değindiğim gibi, herkes kendi siyasal fikrini öyle inanarak ileri sürüyordur ki,  en sonunda onların gerisinde bir kuşku izi değil, bu kuşkuları hevesle, bütünüyle gözü kapalı halde yok sayabilmiş, etkisini gerçeklere borçlu olan ancak belli belirsiz bir paranoya görüyoruzdur. Bir askeri darbenin hemen ardından ilk cezalandırılacak kesimin Kürtler, kriz zamanlarında birbirini bütünüyle ezmekten kaçınacak en derin iki kesimin de İslamcılarla devlet yanlıları olacağı gibi bilgilerle romanın kimi yerlerinde karşılaşmak elbette Türkiye’ye özgü, toplumsal diyebileceğimiz paranoyaların yerli yerinde durduğunu bize hatırlatır; ama Kar bunları spekülasyona uğratmaktansa olduğu haliyle verir. Paranoyanın romanda (kurumların aksine) insanları aptallaştıran bir yanı yoktur hiç, olsa olsa daha güçsüz ve ezik gösteriyordur ki, bunu da yine herkes düşüncelerini hiç saklamayarak, yerine göreyse bayrak edinerek başka bir düzleme çeker. Kars’a, türbanlı öğrencileri derslere sokmayan Eğitim Enstitüsü müdürünü öldürmeye gelmiş inançlı katilin düşüncelerinde bu nedenle en sonunda hatalı sayılacak bir eylemden önce, hakkını savunan bir öfkeye bağlayacağımız bir şeyler vardır.

Romanda zaafları, kuşkuları ya da korkuları yüzünden bir eksiklik duygusuna, kişisel paranoyaya kapılan belki de tek kişi Ka olur. Ama aşkın çektirdiği acılardan, bekleme sancılarından ve olup bitenleri, İpek’in tavırlarını hep bir yanlış anlama eğiliminden kaynaklanan bu kuşkulu halini kimseye bir öfke haliyle, bir yanılsamayla yansıtmaz Ka. Lacivert’le İpek’in ilişkisini öğrendikten hemen sonra otel odasında kadınla karşılıklı ağlarlarken bile Ka’nın aklından geçen tek belirgin şeyin bir intikam arzusu değil, kendi acılarına gömülmüş çocukça bir yetersizlik duygusu olduğunu sanırız. Ka ona çok büyük acı veren bu kuşkularından İpek’i derin bir içgüdüyle sakınır belki, yine de yavaş yavaş şehirdeki güç ve üstünlük ilişkilerinden etkilenmeye başlayan haliyle, açıkça da bir aşk oyunundaki hınç duyguları yüzünden Lacivert’i saklandığı yerde polislere ihbar eder. İpek bunu kesin biçimde bilmiyor, yıllar sonra Kars’a olayların iç yüzünü yakından öğrenmek ve arkadaşı Ka ve diğerlerinin düşünme biçimlerine yaklaşmak için giden yazar ise bir içgüdüyle ondan (hatta kendinden de) saklamak istiyordur. Romanın artık sonlarına doğru bile, aklımız yaklaştırsa da kalbimizin hep görmek istemeyeceği bu kişisel zaafıyla Ka aynı zamanda devlet güçleriyle işbirliğine girişmiş ve sevgiyle bakacağımız tüm iyimserliği tam tersi büyük bir günaha gömülüvermiş olur.

Kişilerine, ilişkilerine ezber ve hazır bilgilerle, içgüdülerle yaklaşmamızı bize baştan yasaklayan yapısıyla Kar, üç günlük yolculuğunda Ka’ya aynı zamanda büyük bir ilham gücüyle bir defter oluşturacak kadar şiirler, notlar yazdıran kederli, iri tanelerle durmadan yağan karıyla şiirsel bir şehri de anlatıyor. Ka’nın sonradan bir kar tanesinin anatomik yapısı üzerinde Hayal, Hafıza ve Mantık akslarına, birbirlerinden çok uzak düşmeyen dallarına birer birer yerleştireceği bu on dokuz şiir her şeye karşın onun Kars’ta geçirdiği kısıtlı zamanda hayallerin de, anıların da belirlediği daha geniş bir yaşam parçası bulabildiğini bize hatırlatmalı: Bu şiirler ona henüz yaşanmış, bazen mantıkla, bazen derin bir içgörü ve sezgisellikle bir anlam vermeye çalıştığı tuhaflık ölçüsünde yeni ve inanılmaz olaylar, kişiler içinde en derinde yatan şeylerin de ne olabileceğini düşündürüyor, bu yüzden de şiirlerine “Gizli Simetri”, “Vurularak Ölmek”, “Allah’ın Olmadığı Yer” gibi, yalnızca başlıklarıyla ya da ona “geldiği” anlarda kapılacağı duygularla, izlenimlerle bile anlamına yaklaşabileceğimiz bir ikinci, çok daha derin başka bir düzlem yaratma talihi veriyordu. İpek’ten bu şiirlerin açıklayamayacağımız ölçüde güzel olduklarını öğrenen ve çok sevinen Ka’nın bütün mutluluğunun da, hüznünün ve acıyla dolu sonraki hayatının da bir görünümüne dönüşen, gerçeklerin altındaki asıl yüzeyleri bulup açığa çıkarma derdindeki bu güzel ve kederli kitap, belki de bu nedenle seneler sonraki, artık esaret dolu bir yer olmaktan uzak Kars’taki olağan hayatı anlattığı son sayfalarında, Ka’nın bir zamanlar sezgiyle yaklaştığı ve zaman zaman şiiriyle birlikte gördüğü dünyayı şimdi herkesin yine birbirine bağlı ve muhtaç olduğu, şiirinden yoksun sıradan bir yer gibi göstererek bize de son bir kere, gerçeklerden kopamayacağımız makul halimize bakıp üzülme imkânı veriyor. (Kaynak: Oggito)

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Romancı, Çevirmen, Eğitimci. Eğitimci,  roman yazarı, çevirmen. 1984 yılında Diyarbakır'da doğdu. Diyarbakır’ın tanınmış gazetecilerinden Ekrem Sunar’ın oğludur. Çocukluğunun küçük bir bölümü ve üniversite eğitimi dışında hep bu şehirde yaşadı. Diyarbakır Anadolu Öğretmen Lisesi’ni 2002 yılında bitirdikten sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği okudu.
İlk romanı “Veda Oyunu” manzum bir Kürt edebi destanı olan Mem û Zîn’in amatör bir tiyatro ekibi tarafından oyunlaştırılması üzerine kuruludur. Ardından yazdığı “Ölüm ve Adam” romanı 1982 yılının Diyarbakır’ında işlenen siyasi bir kaçırma olayını konu edinerek edebiyat ve düşünce üzerine gerçekçi bir kurgu sunar.
Yazar çeşitli matbu dergi ve dijital yayınlarda edebiyat ve sanat üzerine yazılar kaleme almış olup, düzenli olarak halihazırda “Oggito” kültür-sanat sitesinde yazmaktadır.
Amerikalı yazar Joyce Carol Oates’ten iki roman çevirisi de (İlk Aşk ve Kapılarımı Kapatıyorum) bulunan yazar halen Diyarbakır’da İngilizce öğretmenliği yapmakta, edebiyat çalışmalarını sürdürmektedir.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.